İyi ki vardı fesleğenler

“Amasya elması gelmiş pazara. Küçük, yuvarlak, kıpkırmızı.”Ver bakalım iki kilo” dedim. Maydanoz, dereotu, limon, domates, ince biber derken, elim kolum doldu. “Bu nasıl pişirilir? Bu püsküllü ne? Peki şu? Şu ısırgan otu dediğin? Ya şu cibez? Pazarcılarla şakalaşıyorum. Gülüyorlar. Ben de gülüyorum. Gözlerimiz pırıl pırıl. Anlatıyorlar: Önce iyice yıkayın otları. Sonra tencereye koyup haşlayın. Kısık ateşte, kendi suyuna. Öte yandan, az yağ koyun tavaya, ince doğranmış soğanı katıp, bir iki çeviri. Pembeleşinceye dek. Haşladığınız otların suyunu sıkıp, onları da ekleyin bu soğanlara. Biraz acı kırmızıbiber koyup, iki yumurta kırın bu soğanlara…”

Bahçelerinden, bostanlarından, kendi elleriyle yetiştirdikleri kara lahanaları, ebegümecilerini, pazıları, patlıcanları, pırasaları, kabakları gülüşe çığrışa satıyorlardı. Elim portakallara gitti. Konu komşu, bildik hısım bir arada. Baktım ki, bizim delikanlı çok koymuş portakalları. Ağır çekti terazi. Bir tane aldı, olmadı. İki aldı, gene olmadı. Bir aldı üç koydu, üç alıp iki büyük, bir küçük koydu olmadı, “Aa!” dedim, yüksek sesle. Güldüm. “Altın tartar gibi, ince ayar yapıyorsun” dedim. Gülüştük. Çevrem satıcı şamatasıyla şişmişti. Çocuk boncuk, kadın erkek, pazarı dolduran satıcılar, alıcılar, tüm ahali… Tanrı’nın bereketinin sergilendiği, ekmek kavgasının verildiği bu alan pazar yerinin şölenidir.

Her mevsimin pazarı ayrı bir coşku taşır. Örneğin yaz mevsimde tahta sekinin üzerinde kimi tezgâhlar yeşili fesleğenler, gök mavisi yaseminler, kimilerinde karanfil kırmızıları, begonyalar kendi aralarında söyleşirler. Bu güzel koku? Nereden, hangi çiçekten? Gümbür gümbür sarı gül yaprakları üzerlerinde ter ya da gözyaşlarını andıran su damlacıklarında binlerce emeğin izini taşırlar. Satıcılar şöyle seslenirler: “Bak bak! Sür elini yapraklara, nasıl misk gibi kokuyor! Hele geceleyin, hele geceleyin!”

Ben de öyle düşünüyordum. Elimi sık sık fesleğenlere uzatıyor, yapraklarına dokunup sonra burnuma götürüyordum. “Öyle değil!” diyordu satıcı; “Ez birkaç yaprağını parmaklarının arasında da o zaman bak, daha iyi kokmuyor mu?”

Evet, daha iyi kokuyordu. Fesleğensiz bir dünyada nasıl yaşanırdı? İyi ki vardı fesleğenler.

Bayılırım pazar yerlerine. Tanrı’nın bereketidir onlar. Ah ne güzeldir yeşillikler, marullar, maydanozlar, rokalar… Pazar yerleri küçük boncuklarla dolu bir kutudur. Hayır, belki de şöyle söylemeliyim. Pazar yerleri, içi renk renk, minik boncuklarla dolu, kocaman bir boncuk kutusudur.

Denizin dibi gibi pırıl pırıl, yusyuvarlak, erikler, kurumuş saplarından sarkan, güneşli bir sonbahar gününe benzeyen saydam üzümler, olağanüstü, açık yeşil armutlar. Armutların açık yeşilinde de birkaç pembe bulut gezinir. Kuru yiyeceklerin, baharatın her biri ayrı telden çalan çenebaz satıcıların, kese kâğıtlarıyla naylon torbaların bir yandan öbür yana uçuşmasına tanık olursunuz. Bu yerleştirme işlemi çabucak oluverir. Kaba seslenmelerin, şakalaşmaların, çay ısmarlamaların, bozuk para şıngırtılarının arasında, birer beşer, bir anda hepsi birden geliverir alıcıların. Pazar dolar, malla, insanla, çocuk çolukla, kalabalık devinmeye başlar. Bir cümbüştür başlar. Kadınlar, bir oraya, bir buraya, tezgâhtan tezgâha, fiyatları, sergilenen malları bir bir gözden geçirir. Tanıdıklara rastlanır, tıkanan yolları biraz da onlar tıkayarak, ayaküstü fiyatların pahalılığından, şu oradaki manavın tarla domatesinden konuşulur gülüşülür.

Ev kadınları yanlarına küçük çocuklarını aldıysalar, onları bu kalabalıkta kaybetmemek için büyük bir savaş verirler. Çocuklar özellikle meyveleri ellemeye bayılırlar. Tezgâhta gördüklerinin hepsini isterler. Sızlanırlar. Konuşmalar, pazarlık sesleri, bağrışmalara bir de pazarla ilişki kuramayan, bir an önce eve gitmek isteyen, hırçınlaşıp ağlayan çocukların sesleri eklenince pazar yeri tam bir panayır alanına dönüşür. Satıcıların gözü tok ikramları, üçün beşin hesabı yapılmadan ısrarla ikram edilen tadımlıklar da ayrı bir keyif katar bu cümbüşe.

Nerede kurulursa kurulsun, pazar yerleri hep aynı görüntüdedir. Ortada dolaşılacak yollar bırakılarak hemen kazıklar çakılır, tenteler gerilir, pazarcıların bir tentelik, iki tentelik pazar tezgâhları kuruluverir. Mallar, tahta sandıklar dolusu, çuvallar dolusu sırtlanır, taşınılır, indirilir. Hemen tablalara, arkalarda, yerlere serilen bezlerin üzerine, tezgâhlara yerleştiriliverir. Burada her yönde yürüyebilirsiniz.

Pazar yerlerindeki köylü satıcılar bana köy hayatının, günün ilk saatlerinin güzelliklerini tatmanın ayrıcalığını hatırlatır. Renkli eteklikleri içinde gülüp söyleşen kızlar meyve doldururlar sepetlerine. Sıradan insanlar, ev, aile, devinip dururlar sürekli.

Kış biz kentliler için soğuk demektir. Oysa Ege’nin köylüsü için zeytin toplama günleridir. Kadınlı erkekli zeytin işçileri sabahın çok erken saatlerinde tümen tümen, zeytinliklere doğru yola koyulurlar. Erkeklerin omuzlarında uzun sırıklar, kadınların ellerinde sepetler. Sabah ezanı ile birlikte dağılmakta olan uyku mahmurluğu ile şakalaşmalarla zeytinliklere doğru yol alınır. Köy manzaraları anlatmakla bitmek bilmez. Bileklerine dek unlanmış elleriyle, hamurun üstündeki oklavayı hızlı hızlı yuvarlayan köylü kadınlarını düşünün. Un ve ekmek “emek” demektir, “beslenmek” yani “yaşamak” demektir.

Hiç düşündünüz mü? Bozuk köy yollarından sarsılarak yalpalayan sebze yükü kamyonları. O kamyon kasalarında mallarla beraber köyden pazar yerine gelen çoluk çocuğu. Hepsi de aileye katkı vermek için ta köylerinden kente gelmişlerdir. Emece usulü, hep birlikte, ele ele boşaltılacaktır mallar. Her biri işi bir tarafından tutacak, ektikleri malı sahiplenecekler, sattıkça neşelenecekler, keyifleneceklerdir. Onları düşündükçe içim açılır, genişler. Sevinç, haz, ferahlık duygularıyla insanlığa karşı bir güven duygusu varlığımda filizlenip boy verir.

Köy deyince aklıma ilk gelen oranın havası olur. Tarlaların çevresinden yayılan kekik ve lavanta kokuları. O mis kokulu hava, rüzgârlı günlerdeki o sert hava, güneşin kendini vadiye indirdiği ve tüm börtü böceğin sıcakta pineklemek için taşların arasından çıktıkları andaki o baştan çıkarıcı hava. Sonra engebeli çevre, gri volkanik kayalar, bazı patikaların ve yolların yanında uzanan kırmızı topraklar, tarlaların ve çevredeki bağların üzerine pike dalış yapan saksağanlar, köy evinin hemen arkasındaki otlaktan geçen koyun sürüleri, bir anda ortaya çıkan koyunlar, boyunlarındaki çıngırakların sesi eşliğinde yürüyen, salkım saçak bir araya toplanmış onlarca koyun, ilkbaharda tepeleri kaplayan sarı katırtırnakları, çiçeğe duran badem ağaçları, biberiye çalılıkları, parlak yapraklarıyla bodur meşeler…

Bu köy insanları bizim bildiğimiz kent yaşamından başka bir hayatın parçası gibidirler; bizim bildiğimiz hayattan bir şeritle ayrılmışlardır, orada nesnelerin uyandırdığı duyumlar farklıdır. O an kendi hayatımdan uzaklaşıp, kendimden temelli vazgeçmek gibi bir duygu ile kuşatılmış olurum. Hiç değilse bu hayata bağlı olduğumu hissetmenin zevkini tadabilmek için, bu köy insanlarının yanında bulunmam da yeterlidir

Pazarlardaki canlılığı ve gürültüyü hep sevmişimdir. Böylelikle kendimi küçük yerlerde yaşayan insanların meraklı bakışlarına ve hep öne çıkma duygularına karşı koruyacağımı düşünür, bir tezgâhtan diğerine âdeta kayar gibi giderim. Bu kayma duygusu bir korku anında yaşadıklarımdan ne kadar da farklıdır. Maddenin ağırlığı yok olur. Bedenim benimki değildir. Bahardaki serçeler gibi içimdeki en derin parçam kanatlanmış olur. Yerkürenin, güneşin, suyun, toprağın, bereketin tadını duyumsarım. Bir el beni arkamdan tutup havaya kaldırır ve bir sonraki tezgâhın önünde yavaşça yere bırakır.

Bir pazar yerinde, bir gülümseme, bir dokunuş, bir söz, bir bakış dünyanın tüm sevinçlerini kendi içinde barındırır. Parmaklarımızın ucunda atar dünyanın nabzı. Dünyanın tüm renkleri, sevinçleri, utkuları…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın