Onikinci Yüzyıl Çin ülkesinde kadınların ayaklarının küçük kalması için yapılan bir uygulama varmış. Daha 3-6 yaşlarındayken kız çocuklarının ayakları bezlerle sıkıca bağlanırmış büyümemesi küçük kalması için. Acılar içinde yürümeye çalışan küçük kızların vajinasının da küçük kaldığı sanılıyormuş. Bu bağlama sonucu baş parmak dışındaki parmaklar tabana doğru kaynayıp ördek başı gibi sivri ve küçük kalan ayaklara lotus ayak ya da “altın lotus” deniliyormuş.
Henüz üç yaşlarında bu acılı çileye çocukları mahkum eden seks düşkünü erkek zihniyet ve kızlarının zengin biriyle evlenme şansını yükselttiğini düşünürmüş anne babalar. Üstelik de 10 santimlik ayaklar ile yürümek çok sancılı olduğundan evde daimi bağımlı olduğu birisi olurmuş kız çocuklarının. Dolayısıyla bu acılarla sokağa da yalnız başına çıkamadığı için iffetli sayılırmış. Bu uygulama yüzlerce kız çocuğunun sakat kalmasına, acılar içinde büyümesine neden olduğu halde gelenek ve moda halinde yüzyıllarca, taa Çin Devrimi?ne kadar sürmüş.
Çin Devrimi ile kadınlar sokağa çıksın, fabrikalara çalışma hayatına katılsın diye yasaklanmış kız çocuklarının ayak bağlanması ve küçük ayaklı kadınlarla evlenmek. Ama bu uygulamanın başında çocukların ayaklarını hayırlı bir kısmet olsun diye bağlayan ailelere ibret olsun diye yüzlerce minik ayaklı kız çocuğu da öldürülmüş.
Bir alay mahallenin çocuklarıyla birlikte babaannemin işten dönüşünü dört gözle beklerdik. Çünkü uçurumun kenarına ancak babaannemle birlikte giderdik. Aksi takdirde uçuruma doğru meylettiğimiz anda, mahallenin kapı eşiklerinden hiç eksik olmayan kadınların anneye müzeviri ve ardından bir temiz terlik faslı olurdu.
Kadifekale?nin yamacında yolun başındaki büyük taşın orada babaannem görünür görünmez koşar eteklerine yapışırdık. Mutlaka kocaman cepli esvabının ceplerinde değişik şekerlemeler taşırdı biz torunları ve sokağın tüm çocukları için. Hava güzelse mutlaka büyük taşın yanından başlayıp uçuruma kadar her bulduğu otu toplar bez torbasına doldururdu.
Birgün babaannem omuzundan hiç eksik olmayan bez torbasında bir dolu kadın ayakkabısıyla çıkageldi. Etrafında dönenen çocukları kışkışlayıp, akşamüstü sefası için kapı önlerini süpürmek ve sulamakta olan kadınları çağırdı. İki katlı derme çatma gecekondu evinin taş avlusuna boşaltıverdi bez çıkınını. ?Ayağınıza uyanı seçin? dedi. Komşu kadınlar şaşkınlık ve sevinç çığlıklarıyla kırmızı, sarı, pembe, boncuklu, rugan, rengarenk, burnu sivri, ince çelik metelik topuklu ayakkabıları ellerine alıp evirip çeviriyorlardı. İşin acıklı tarafı gün boyu kah naylon terlikler kah çıplak ayakla dolaşmaktan tabanları nasır tutmuş, deve tabanı gibi büyümüş ayaklarına uyacak gibi görünmüyordu bu güzel iskarpinlerin hiçbiri. Ben 7 yaşlarında filandım. Birkaç yaş daha büyük olsam nerdeyse benim ayağıma uyacaktı bu güzel ayakkabılar. Külkedisi Sindirella?nın ayakkabısı misali zarif ayakkabılar elden ele dolaşıyor ama bir türlü sahibi olacak uygun ayak bulunamıyordu?
Babaannem şehrin ünlü doktorlarından birinin merkez çarşısındaki muayenehanesinde temizlik ve çay ikramı işlerine bakıyordu. Günlerden birgün doktorun hanımının konken daveti için evini temizleteceği sıra temizlikçi kadını hastalanıvermiş. Doktor Bey de babaannemi göndermiş evine hanımına yardımcı olsun diye. Hanım çok memnun kalmış tabii. Babaannem onca işin arasında bir de mutfağa girmiş ve kaşla göz arasında kadıncağıza sini böreği yapıvermiş. Bunun üzerine hanım altı yedi çift hiç kullanılmamış kadar yeni ayakkabısını gelinlerine hediye olsun diye babaannemin torbasına dolduruvermiş.
Babaannem ayakkabıları ayaklarına sığdırmaya çalışan kan ter içindeki kadınlara bir taraftan hanımı anlatıyordu. Şehrin bu muhafazakar doktoru meğer karısının ayaklarını pek seviyormuş. Ona durmadan ayakkabı aldırıyormuş. Yüzlerce ayakkabı varmış evlerinde. Hanımının evin içindeyken bu yüksek topuklarlarla dolaşmasını, yatağa bile bu burnu sivri ince çelik topuklu renkli ayakkabılarla girmesini istiyormuş. Kadınlar ağzı bir karış açık babaannemin o zengin evinin mahremi sayılacak muhabbetini şaşkınlıkla dinliyorlardı.
Neden aklıma geldi şimdi bu muhabbet? Durun, anlatayım.
Yine ülkenin o büyük şehrinde kaçak göçek yaşanan baskı dönemleri. Devrimciler hep teröristtir, dağ kıyafeti ile gezerler, yoksul halkı ayartmak onun gibi görünmek için hep partal kıyafetler giyerler gibi bir algı var ya? Eh, çok yanlış da değil. Rengarenk giyinmezdi devrimciler. Hem göze batmamak için hem de yoksul halkın içinde ayıptı yani varlıklı kişiler gibi öyle dolaşmak?Erkekler kadife, ütüsüz pantolon, kadife ceket ya da parka giyerler, başlarında kasket, ayaklarında roosevelt?ler? Kızlar pantolon, kot giyerlerdi ama gecekondulara, fabrika önlerine giderken kalın çoraplar, koyu renkli dizi örten boyda etek, topuksuz bağcıklı spor ayakkabılar, botlar tipik giyiniş tarzıydı?
Bir de seminerlerimiz vardı kadını seks ve süs eşyası gibi kullanan sermaye zihniyetine, tüketim mallarının reklamlarında hep kadın cinsiyeti ile satışın arttırılmasına, evde işte iki kere sömürülmesine karşı? Gelenekler ve dini söylemlerle eve kapatılmasına itirazla, çalışma hayatında da eşit işe eşit ücret alamamasına karşı hakları için kadınları bilinçlendirmeye çalışıyorduk.
Darbe yönetimi devrinde çok komik oldu durum. Çalışmak lazımdı. Evi, eşyayı, işi, her şeyi ama her şeyini bırakıp bu kocaman şehirde illegal (yasa dışı), göze görünmeden yaşamak kolay değildi. İlk akla gelen imaj değişikliği. Devrimci gibi gözükmeyeceksin. Ya nasıl? İnce naylon çorap, ince topuklu zarif ayakkabılar? Kadınlığını öne çıkaran pastel uçucu renklerde, zarif elbise? Evinde kaçak kaldığım çok değerli İstanbul hanımefendisi kadının gardrobu yetişti imdadıma. Yaptım bunu! Taktım takıştırdım, sürdüm sürüştürdüm. İnce çelik ökçeli sivri burunlu zarif renkli rugan pabuçlar da giydim. Böylece kariyerli bir işi kısa süreliğine de olsa buldum, çalıştım. Kalabalıkların içinde korkmadan, çekinmeden gittim geldim işime; özgüvenli, tıkır tıkır topuklu pabuçlarınla salına salına yürüyen güzel bir kadın (teröre meröre bulaşmaz ki böyleleri canım!) halinde?
12. Yüzyıl Çin ülkesinden babaanneme, babaannemden benim gençliğime, benim gençliğimden şimdiki zamana gelene kadar aradan çok uzun yıllar geçti. Şimdilerde durum bizim ülkede kadınlar açısından daha da vahimleşti. Kadınların ve kadın eşyalarının erkeğin seks arzusunu kışkırttığı algısının iyice yerleştirilmek istendiği bir uçuruma doğru itiliyoruz. Çarpıklık şurada: Kadın kadınsı olsun zarif ve kışkırtıcı? Evde işte erkekliğini hissettiren, gözünü okşayan bir obje gibi dursun durduğu yerde. Açığı da kapalısı da ama!
Peki, oldu!
Seni kışkırtsın, aç gözünü doyursun istiyorsun, hem de bunun suç olduğunu, suçlu tarafın da kadın olduğu uydurmasının kabulünü istiyorsun. Sokakta, minibüste, trende, otobüste, gece ya da gündüz, kalabalık ya da tenhada, tecavüz edeceksin… Daha çok da henüz kadın bile olmamış savunmasız çocuklara… Çocuk gelinleri çoğaltacaksın… Çocuğu, genci, yaşlısı ile kadınların korkulu kabusu olacaksın… Okumuşu, cahil kalmışı, şehirlisi, köylüsü demeden aklından düzmeyi geçireceksin salyalı ağzınla ve yapacaksın! Tecavüzcü erkeğin cezası ?baştan çıkaran kadın denen iblisle? evlenmek olduğuna göre korkulacak bir şey yok!
Bu ceza mı yoksa mükafat mı?
Bu çağda bu kadar absürt bir ülkede kız çocuklarını bu vahşete teslim etmeyecek vicdanlı insanlar, merhametli anne babalar vardır. Onların itirazı bu saçmalığı yaptırmayacak diye umalım.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.