İçimden Kuşlar Geçiyor / Fergül Yücel

Sanatın ve sanat eserlerinin nasıl ve neden ortaya çıktığı konusunda değişik görüşler vardır. İnsanın içgüdüsel ihtiyaç ve isteklerinden dolayı mı, vahşi hayvanlarla mücadele edebilmek için mi, bereketi artırmak ve daha çok ürün alabilmek için mi sanatı yarattıkları görüşleri hâkimdir. Antik çağlarda insanın ilk olarak doğanın gücü karşısında korumasızlığından, acizliğinden dolayı yöneldiği sanatsal çabalar sonucu ortaya çıkan kadın heykelcikleri büyüsel bir amaç taşımaktaydılar. Bugün günümüz sanatçısı tarafından ele alınan arkaik sanatın öğeleri farklı yaklaşımlar ile yorumlanmaya devam ediyor. Bu yaratım, ilkel insanda tamamen inanç boyutunda iken, günümüz sanatçısında kendini ifade etmenin bir biçimi olarak yansıyor. Fergül Yücel de o kadın sanatçılarımızdan biri.

O günkü telefon konuşmamız sırasında, bir yolunu bulup ziyaret etmek istediğimi, atölyesinde onu çalışırken izlemek arzusunu taşıdığımı utana sıkıla söyleyebiliyorum. İsteğimi kırmayıp, tüm sevecenliğiyle atölyesinin kapılarını bana açıyor. Ve anlatmaya başlıyor. Fergül Yücel, aylar süren prova aşaması öncesinden yapacağı heykelin gizli parçalarını toplamaya başlıyor. Belleğinde, yüreğinde, eskizlerinde, çizimlerinde kalanları birleştiriyor. Sancılı bir süreç bu. İmgelerin toplanması, dışa vurulması, birleştirilmesi, tekrar eklenmesi ve sonunda bu çalışmaların meyvesi olarak oluşacak sergi. “Heykellerinizi nasıl oluşturuyorsunuz?” diye bir soru yöneltiyorum. “Her zaman bir tema ile başlarım” diyor. “İçimden Kuşlar Geçiyor” adlı sergi kadınlarımız üzerine.

Nice kavuşmamış ya da hayali kurulmuş aşklar, sevdalar, sevgililer vardır. Nice özlemler, hasetlikler, sarmaş-dolaş acılar, yüzleri mekân edinmiş hüzünler vardır. Dillendirilmemiş her arzunun, her acı ve iç burukluğunun insan, gerekse sanat adına büyük bir kayıp olduğunu düşünerek yola çıkmış.

Aylar sonra heykelin bittiğini müjdeliyor. Verdiği sözün eri. Eserlerin bitmiş halini görmeye çağırılıyorum. Heykellerin biçimi, her zaman baş vermeye hazır bir çiçeğin taç yaprağı gibi, kıpır kıpır deviniyor karşımda. Eserlerin durağan bir heykelden çok bir devinim imgesi, bir uçuş karalaması gibi durduğunu söyleyebilirim. Tadına varmak için sağından solundan bakmak, oylumunun kapladığı hacim içinde parmaklarımı gezdirebilmek, somut varlığını duyumsamak, girintilerini, çıkıntılarını, oyuklarını, hacim ilişkilerini, dondurulmuş devinimini duyumsamak, belki de okşamak istiyorum. Bir sanat yaptığını sanat yapıtı yapan şey üstüne, asıl varlık nedeni olan plastik özelliklerini, anlatım ve dışa vurum gücünü, heyecan yükünü, özetle “büyüsünü” keşfetmeye kararlıyım.

Fergül Yücel, yetenekleri filizlenmiş, serpilmiş ve olgunlaşmış bir sanatçı. Eserlerini bronz ve seramik üzerinde oluşturuyor. Onunla ilk karşılaştığımızda inceliğini, eğitimini, kültür birikimini ve her şeyden öte sesinin yumuşaklığını hissettiğimde, eserlerine sızmış olan kadın ve anne duyarlılığı beni hiç şaşırtmıyor.”İçimden Kuşlar Geçiyor/Kadın ve Barış” adlı sergide kuşların direnişe geçen kanatlarına yakalanıyorum. Kanatlarımız bir dalganın yükselişi gibi, kuşların gökyüzüne yükselişleri gibi. Başka kollar tarafından tutulsalar, engellenseler, bağlansalar, kırılsalar, ezilseler, bükülseler de kanatlar ısrarla direnişe geçen kollar. Kollarımızla hep bir şeyleri ararız. Sonu gelmez bir arayıştır bu. Aynı zamanda bizim içsel yolculuğumuzla birlikte yol alırlar. Bayrak gibi dalgalanan kanatlar taşırız hepimiz. Evrenin uçsuz bucaksızlığında, yerçekiminden, yeryüzünden çok uzakta başka dünyalara doğru yol alırız onlarla. Kanatlarımız, düşlerimizdir. Kanatlarımız dalgalandıkça özgürleşir, biraz daha kendimiz oluruz.

– Neden kadınlar ve barış? Modellerin kimler?

– Otobüste, durakta, metroda, pazar yerlerinde bekleyen, hayatın koşuşturmacısı içinde debelenen kadınlarımız. Ama onlar hayatın farkındalar. Ve onlar, karşılaştıkları güçlüklere karşı hayatı korumaya, güzelleştirmeye çabalayan kadınlarımız. Üretmenin, ürettiğine sahip çıkmanın bilincinde olan kadınlar. Analıklarından ve doğurganlıklarından geliyor bu özellikleri. O nedenle bu akıldışı savaşlara, kadına karşı şiddete, teröre karşı en net ve kararlı tavrı gösteren yine onlar. Hem kendine karşı gösterilen şiddetten, hem evladına karşı gösterilen şiddete maruz kalan yine bu kadınlar. Hiçbirimiz dünyaya boşuna gelmedik, var olan her şeyin bir anlamı ve gerisinde inanılmaz bir hikâyesi var. Bunları keşfetmeye bayılıyorum.

– Kadına gösterilen şiddet?

– Ülkemizde kadınların büyük bir bölümünün aile içi eğitimde ikinci sınıf insan olarak algılandığı bilinen bir gerçek. Her gün kadına yönelik şiddetin arttığı, çocuk gelinlerin sayısının dünya genelinde pek çok ülkeye göre fazla olduğu, çocuk doğurmak, çocukların, eşin, aile büyüklerinin yemek, temizlik, çamaşır gibi hizmetlerine koşmak olduğu ülkemizde ailemizin kişiliğimize kattığı olumsuz kabullerden arınmamız gerektiğine inanıyorum. Ataerkil sistemin etkisindeki ailelerde kadınların küçücük yaşlardan başlayarak “kutsal anne” figürüne doğru eğitilmeleri, aile içinde düşünce ve duygularını ifade edememeleri, yetişkin dönemlerinde kendilerini geliştirmelerini engelleyen en önemli faktör olarak görüyorum.

Kadın doğduğu andan itibaren nesilden nesile ona aktarılan “kadın” rolünü öğreniyor. Kol gücünün önemli olduğu tarım devriminden endüstri devrimine uzanan tüm süreçlerde kadın işgücü olarak önem taşısa da, dış mekânlarda egemenlik ve kültür alanı erkeğe ait olmuş, kadının asıl yeri ev olarak belirlenmiş. Binyıldır alıştığı gerçekler var. Fazla öne çıkmama, başkalarını kendisinden fazla düşünme, kendisi için bir şey istememe gibi. Kadınlar, boynu bükük, evin kölesi olmaya devam ediyor. Doğal olarak böyle bir cendere kadının kişiliğini kısıtlıyor, özgüveni olmayan, topallayan bireylere dönüşüyorlar.

İşçi ve emekçi kadınsa, iki kez eziliyor. İş yerindeki kadın erkek kadar ücret alamıyor. İşten yorgun geldiğinde de ev işlerini yapmak zorunda kalıyor. Kadın eksik etektir, kaşık düşmanıdır. Çok sevildiğinde bile “Ya benim olursun ya da kara toprağın” denilerek şiddetle sevgi birlikte yöneltiliyor. Kadını acılarla sardık hep. Oysa güzellikleri yaratanların ya da var olan güzellikleri yaşatanların çoğu kadındır. Biber oyası, nazar gözü, üzerlik, kaynana beğendi, elti eltiye küstü, ters lale, bin bir çiçek ot adı ile oyalar, hep yaratan kadınların gizli dilleriyle konuşur.


Kadının aile içinde ve kamuda ezilmesinden kaynaklanan duygularının yarattığı birikim çoğu zaman benliğinde öfke birikimine, kaygılara, korkulara, güvensizliklere ve benzer olumsuz duygulara neden oluyor. Bu duyguların yüzyıllardır süren ataerkil sistemin kadına bakış açısından yaralı kadınlar, bir sanatçı olarak Fergül Yücel’i ilgilendiriyor.

Fergül Yücel’in kadınları tüketim toplumunun kadına dayattığı manken kadın tiplemesinden ziyade Kybele gibi doğurganlığı ve üretimde faal olan, elleri ve bedenleri ile dolgun kadınlar. Antik çağlarda bereket tanrıçaları Kybele, Demeter heykelleri de onu etkiliyor.

Kadın imgesini doğayla bütünleştirme yöneliminin en tipik örneklerinden biri doğurganlık, toprak, bereket gibi hayatın devamlılığını sağlayan süreçlerle ilişkilendirilen ana tanrıça figürüdür. Anadolu ana tanrıçaları, kalın kalçalı, dolgun memeli, doğurgan bir tip olarak tasvir edilir. Bu figürler kimi zaman kollarında erkek çocuğunu taşır, kimi zaman ise doğa üzerindeki hâkimiyetini gösteren iki aslana dayanarak oturmuş olarak betimlenmiştir. Anadolu’da antik Frigya’da yaygın bir biçimde görülen ana tanrıça Kybele anıtlarının çoğu ormanlık bölgelerde bir kayaya yaslanmış olarak betimlenir. Bu Kybele anıtları bulundukları yeri kutsal bir mekâna dönüştürmüşlerdir. Kadınlar kentsel bir mekânla özdeşleştiklerinde doğurgan imgelerle temsil edilmeleri, hayatın devamlılığını sağlayan su, ağaç gibi unsurlarla anılmaları ve mücadeleci karakterler olarak tasvir edilmeleri dikkat çekicidir.

Mitolojiye göre KYBELE, birkaç küçük basamağın üstünde, üçgen tapınak çatısının altında, her iki yanında aslanları ve göğsüne tırmanmış Attis’le birlikte ona tapanları karşılarmış. Karanlık çöktükçe ay yükselir, gelir Kybele’nin başı üstüdeki yerini alırmış. Kybele’nin başı, burun direği, elmacıkkemikleri, gözkapakları, omuzları, memelerinin ve göbeğinin üstü, dizleri ayla yıkanırken; cinselliği, tapınmaya gelenleri, karanlıkta çukurlaşan mağarasına çağırırmış. Onlara bereket ve doğurganlık dileyerek kendilerini tanrıçalarının çağrısına bırakır; onun aylanmış yuvarlak tepelerini, karanlık çukurlarını okşarlarmış, aslanlarının beyaz yalımlı yelelerine, Kybele’ye dokunurlarmış. Böylece Kybele’den onlara bereket ve doğurganlık; yaşama coşkusu ve gücü geçermiş. Aylar sonra o geceden doğan çocuklar, (Kybele’nin çocukları… Ay’ın çocukları, dolunay’ın çocukları) kendilerine konan Ayhan, Aysun, Ayten, Aysel gibi adlarla yeryüzüne yayılırmış. Bazen de, gebe yolcuları aniden erken doğum sancıları tutarmış. Zorunlu molalarla doğan bu çocukların da hayatta kalabilenlerine, Kybele’nin mucizesi gözüyle bakılır; Feray, Koray, Canay, Sonay, Kutay gibi adlar verilirmiş.

– Kybele, Demeter heykellerinin üzerine neler söylemek istersin?

– Bizler dişil bir coğrafyada yaşıyoruz, adı üstünde; Anadolu, ana tanrıça Kibele’nin yurdu. Türkülere, şarkılara, ezgilere ses; halılara kilimlere renk veren hep bu kadın duyarlılığıdır. Her birinin dünyası ayrı her biri çeşitli duygular içindedir. Kimi ağacın yeşiline, kimi göğün mavisine tutkundur. Kimi çocuk sesiyle, kimi yar hasretiyle doludur. Kiminin mutluluğu kiminin sitemi dökülür mısralara. Kimi başkaldırı içindedir bütün kadınlar adına.

– Demeter heykeli neyi anlatıyor?

– Kadınlar antik dönemden bu zamana hasat zamanı İzmir’in simgesi olan, üzüm, incir ve zeytin dallarından süslü taçlar takarlar. Benim kadınlarım kendi hakları için sokağa çıkan, kendini iş hayatında ve toplumsal hayatta ifade eden kadınlar olmasalar da sıkıştırılmış ev içlerinden sokağa bakıp duruşlarını sergiliyorlar. İçlerinde patlayan volkanlar var ama onlar yüksek sesle bağırmıyorlar. Zaman oluyor dövülüyorlar, kaynana çilesi çekiyorlar, kimisi töre cinayetlerine kurban gidiyor. Ama tüm bu dışlanmışlıkla yaşamlarını savunuyor ve ayakta durabiliyorlar.

– “İçimden Kuşlar Geçiyor/Barış ve Kadın” sergisini planlarken nereden esinlendin?

– Ataerkil düzende güç sağlayan tüm kurumlar ordu, üniversite, sanayi, finans erkeklerin denetiminde. Bu size tuhaf gelmiyor mu? Sistem hepimizi tek boyutlu ve başarı endeksli bir yaşama yöneltiyor. Maalesef maddi değerlerin önemsendiği bir dünyanın içine hapsedildik. Bu yüzden düşünsel kayıplara uğradık. Diğer yandan dünyada yaşanan terör/savaş haberleri ile sarsılıyoruz. Savaşsız bir dünya hala insanlığın özlemi olarak kalıyor. İnsanların ellerinde pankartlar, sloganlar barıştan söz ediyorlar; barışı yaşama geçirmekten. İnsandan yana, eşitlikçi, sömürüsüz bir yaşam hepimizin dileği. Savaşsız bir dünya düzenini kim özlemez ki…

Kadın toplumsal alanda her yönde sıkışmış, kafese konmuş. Kadının ruhu göğüs kafesinde sıkıştırılmış gibi. Hiçbir kadın erkeğinin gölgesinde kalan eşi olarak yaşamak istemez. Kendi varlık bilinciyle yaşama katkı sağlamak her insan gibi tüm kadınların rüyası. Ben bu sıkıştırılmış mekân içinde özgürlük ve barış sembolü olan kuşlarla onları imgeleştirdim. O kafesten çıkıp sokağa, hayata karışmalarını düşledim. “Ben ne yapabilirim? Bu soruna nasıl bir katkım olabilir” diye düşündüm. Farkındalık yaratmak için bir şey yapmak istedim. Ben samimiyete inanırım. İçtenlikle bir şey yaptıysanız, bu duygu geçer. Ama mesaj olsun diye sanat yapılmaz. Mesaj kendiliğinden gelir.


Sergide “İsimsiz” adlı bir yerleştirme gökyüzüne saldığımız barış güvercinlerini simgeliyor. Bu yerleştirme bir tablodan oluşuyor. Tablo asılmamış, bir masa üzerine yerleştirilmiş. Tablonun fonunu gökyüzü oluşturuyor. Üzerinde özgürce yerleştirmiş kuşlar var. Fergül Yücel izleyicinin sanat eseriyle arasındaki soğuk mesafeyi ortadan kaldırmayı amaçlamış. Öyle ki, kuşlar sabitlenmemiş, her izleyici panoya dokunduğunda kuşların yerleştirme şeklini değiştirebiliyor. Eser böylece her izleyiciye göre yeniden şekillenmiş oluyor. Kuşların üzerinde kırmızı noktalar da töre cinayetiyle, kadına uygulanan şiddetle kaybettiğimiz kadınlarımızı simgeliyor.

Yaşar Kemal’e verilen son ödül çalışması da Fergül Yücel’in ellerinden çıktı. Ünlü edebiyatçımız ölmeden önce Nazım Hikmet Barış Ödülü verildi. O ödülün bronz heykelciliğinin yapımını Dikili Belediyesi Fergül Yücel’e verdi. Bu küçük boy ödül heykelcikte bir kadının iki elinde uçurduğu kuşun ağzında zeytin dalı bulunuyor.

Dikili Barış ve Nazım Hikmet Günleri kapsamında, Dikili Belediyesi’nce yaptırılan Nazım Hikmet Parkı ve Türkiye’nin en büyük Nazım Hikmet Büstü, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde “barış”a adanarak açıldı. Etkinlik kapsamında, Dikili Nazım Hikmet Barış Ödülü usta edebiyatçı Yaşar Kemal’e verildi. Sanatçı şöyle açıklıyor:

“Nazım Hikmet barış ödülü heykelinin siparişini almak benim için büyük bir onurdu. Bu bir barış ödülüydü. Bu nedenle kardeşliği, yaşama sevincini, aydınlığı ve barışı simgeleyen bir heykelcikle ben de katkı sağlamış oldum. Dikili Belediyesi’ne beni onurlandırdıkları için tekrar teşekkür ediyorum.”


Bir başka yerleştirme sanatçının kendi yüz maskesinden oluşuyor. Saçları kuşlar oluşturuyor. Kafasından geçen kuşlar. Karşımda bir kadın beliriyor. Acıyla kasılmış, her an bağırdı bağıracak, çığlıkları yeri göğü tutacak bir kadını bu… Ama böyleleri çığlık atmazlar, bağırmazlar dışa doğru, içlerinde kalır bütün o çığlıklar, acı birikimler… Sanatçı bu çığlıkları kuşlarla simgelemiş.

Fergül Yücel’in “İçimden Kuşlar Geçiyor” sergisi onun kadınlara yüklenen derin anlamlara en güzel örneklerden biri. Kadına, bir kadının ruhunun gizemine ve onun iç acılarının bir aynası. Kadınların yaşadığı acıları, hüzünleri, hayalleri ve hayal kırıklıklarını, yaşamdan beklentilerini ve birçok duyguyu yakalıyorum. Tüm kadınlar herhangi bir kadın olmaktan çıkıyor, toplumun bir simgesi haline geliyor.

Söyleşimizin ardından bir süre sözcüklerimiz havada asılı kaldı. Boşlukta uçuştular. Tükendiler ve yokluğa kavuştular. Usa kalan yalnızca beden dilimizdi. Gerçek bir sanatçıyı keşfetmek her zaman keyif verir bana demek istesem de dilsizleşiyorum.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın