Her şeyi bilen cahiller!

Bu bir yaz yazısı. Başlığı niye böyle attığım konusunda, en azından şimdilik hiçbir fikrim yok. “Dereden tepeden” de koyabilirdim. Cumhuriyet Ege’deki “Patika” yazılarına iki hafta ara verdim. Düşündüm ki, “Sevgilim İzmir”ler, elimde olmayan ihmallere denk gelmiş, boşluğu değerlendirmek gerek. En son “Pervin Hanım” başlığıyla bir mektup yazmış, burada da paylaşmışım. Bilmem ki eline ulaştı mı? Umarım, koğuş ıssızlığında, bir nebze olsun zaman geçirtmiştir. İkinci bir mektup yazmaya gerek göstermeyecek biçimde, tez zamanda ait olduğu yerlerde, sevenlerinin yanıbaşında olur.

Yazmak gerek. Ne yazacağım? Yaşama karşı dertli ve de hayli çalçene kalemli biri olarak, bunu asla sorun etmem. Kolay ve bol yazarım. Yazacak konu mu yok? Madem başladık, su akar yolunu, yazı yürür okurunu bulur diyelim. Bu arada, 51. “Sevgilim İzmir”i yazmaya başladığımın da farkındayım, anımsatırım.

Meslekten bir kısa peşrevle başlıyoruz efendim.

Şu ana kadar, ayrıca değineceğim “Ramazan Eğlencelikleri” dışında, kentimiz tiyatrosuna dair hiçbir kıpırtı, kıpraşma ve kalkışma bulunmamaktadır. Geçenlerde Cumhuriyet’te Patika’da, “Uygur’ların Karşıyaka Belediyesinin toplu sözleşme imza töreninde ne işleri var? Yoksa emekçilerin protein, yakacak, giyecek kadar, kültür-sanata da gereksinimleri olduğunu anımsatmaya mı geldiler? Acaba sözleşme senedine, böylesi maddeler girsin diye, baskı yapmaya, yol göstermeye, sanatın hayata müdahalesini kanıtlamaya mı geldiler? Fotoğraflarda kardeşler ve belediye reisi ve de sendikacılar çok şirin gülüyorlardı. Kesinlikle meslektaşlarımız, bizim adımıza önemli bir iş başarmış olmalılar…” mealinde yazmıştım.

Sonradan anlaşıldı, oyun bağlama görüşmesiymiş. Şu ana kadar, bildiğim kadarıyla, hemen her ilçemizde –kiminde iki gece üst üste- “iki kardeşin başından geçenleri” anlatan güldürüleriyle sahneye çıkmış durumdalar. Memleketin şu anda kuşkusuz en önemli-yakıcı-yürek ürpertici-geleceğimize dair kaygı verici sorunu olan “kardeş ilişkileri” üstüne bir oyuna, hem de ahaliyi şenlik kıyamet güldürmeye, hepimizin vahim derecede gereksinimi vardı, sayelerinde giderildi. Ellerine, emeklerine sağlık. Bir de Yılmaz Özdil’in makalelerinden uyarlanmış oyun da geldi, unutmayalım. Gerçekten yazarın çok severek okuduğumuz yazılarından anlayamadığımız bölümlerin, oyun sayesinde anlatılacağını ve de kavrayacağımızı umut ediyoruz.

Başka topluluklar var mıdır, yoksa yoldadırlar da, dört gözle bekleniyorlar mıdır, bilemiyoruz. Onları da yerel yönetimlerimizin kültür sanat çemberlerinden, karelerinden, üçgenlerinden öğreneceğiz artık. Hoş onlardan önce yerel basınımız “kes yapıştır” haberlerle dikkatimizi çekecek, yetmezse topluluk içindeki “ünlülerin”, Çeşme’de havuzlarda yaptıkları deve güreşlerini günlerce anlatarak, hepimizi “En arka sıranın bileti 30 kaat, ailece gitsek eve dönüş 500 kaat, olsun bak o kadar gelmişler, gitmemek ayıp olur” triplerine sokacaktır.

Ama kentin profesyonel duruşla yaşamaya çalışan tiyatrosu, 5 liraya oyun oynadığında, necip hemşerilerimiz pahalı diye önünden bile geçmemekte, kimi yerel yönetimlerse “Bizim kendi tiyatromuz var, yetmezse öteki yerel yönetimlerin topluluklarını getiriyoruz” ayaklarına yatmaktadır. Böylece oyunların niteliği yerlerde sürünmekte, oyun başına 300 lira ödenen bir topluluğa, başta sayın ilgililer; “Yahu sen bize bu kadar ucuza oyun satıyorsun. Kadroda en az 10 kişi var, bunlara ne ücret ödüyorsun, bu parayla sigortalarını nasıl yatırıyorsun, yazarın ve de varsa çevirmenin telifini bu üç kuruşun neresinden ödüyorsun, vergilerini baban, stopajlarını anan mı ödüyor kardeşim?” diye sormamaktadır. Ama ne beis, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde hep birlikte, AKM’de “İzmir’in tiyatro sorunları” panelinde fikir döktürür, önerilere takla attırırız, olur biter!

Tiyatro da neymiş ki? Dert ettiğiniz şeye bak, el birliğiyle “Dünya Müsamere Tarihi”ndeki seçkin yerimizi olabildiğince hazırlamış bulunmaktayız, daha ne olsun? Nereden nereye geldik? Durum tespitiyle toparlayalım.

Ağustos başı itibariyle skor şudur efendim: İstanbul tiyatroları: İzmir’in her sahnesinde, İzmir tiyatroları: İzmir’in hiçbir sahnesinde. Bu adaletsiz maç böyle bitmez diyelim, e ne diyelim başka? Siz söyleyin de, “İzmir tiyatro başta olmak üzere, sanatta da kendini üretmek zorunda olan bir kenttir. Bu yalnızca sanat erbabının değil, yerel yönetimlerinden necip hemşerilere, tüm İzmir’in sorunudur” deme zahmetinden, şu fakiri kurtarın. “Çok umutsuz yazıyorsun, içimizi bayıyorsun” diye mail yazıp, facebook üstünden hem “like olsun” hem “eyvahlar olsun” işaretler çakıp durmayın.

Geçenlerde, “Hep tiyatrodan, kültürden, sanattan söz ediyorsun” diye bir yakınma aldım. Yanıtım şu oldu, “Ne yapayım, benim bildiğim konular budur. Bunlardan söz edeyim diye, 10 yıl eğitip, gençliğimi çürüttüler. Her herşeyi bilen cahiller, içimi bu kadar bulandırırken, benim de onların safına geçmemi nasıl istersiniz”

Yaşasın, bu arada yazının başlığını anarak, durumu da kurtarmış bulunuyoruz.

Sahi bir de o mesele var değil mi? Yani şu facebook… “Amcam sizlere ömür, yitirdik, gömdük, günlerce gözyaşı döktük” mealinde acını yazıyorsun, haydaaa, 80 tane “like” yani “beğendim” işareti! Yahu amcam öldü, nesini beğendin kardeşim, ölümünü mü? Hasta mısın! Neyse, yazlık yazı diye, bu kadar dağıtmak yeter. Ama facebook gibi bir teknoloji mucizesini, “pespayelik”e çevirenleri de, yeri gelmişken anmamak olmazdı.

Her şeyi bilen cahiller… O kadar kalabalıklar ki. Başımıza her gün bireysel, toplumsal, ulusal ve de uluslararası dertler, acılar, sorunlar çıkıyorsa, arkadaşınızın düşüncesine göre, sorumluların başında işte onlar geliyor; her şeyi bilen cahiller. Yine de bu güruha inat parmak kaldıran, bana ne demeyenler var ki, tarih boyunca hep olduğu gibi, bu dünya hala yörüngesini koruyorsa, bilin ki biraz da onlar sayesindedir. Nasıl bir örnek versem? Kent Yaşam yazarlarımız ne güne duruyor?

Hasan Tahsin “gündelik İzmir”in, Orhan Beşikçi “tarihsel İzmir”in itirazlarını pek güzel dillendiriyor. Yaşar Ürük, İlhan Pınar gibi çok değerli kent araştırmacılarının da katılımıyla, kente dair yaptıkları vicdan ve saygı çağrıları sokakları dolaşıyor. Yok öyle “okumadım, aa öyle miymiş, ah keşke haberim olsaydı” misali topu taca atmalar ve de sıyırmalar. Bal gibi okunuyor, hülasası çıkarılıp muhteremlerin önüne konuluyor. Biliyorum. Eğer yapılmıyorsa, bu işlerden nemalanan çalışanların, hemen şimdi azli gerekir! Görmediğim ve okumadığım yanıtlar, tekzipler, düzeltmeler ya da bilgili-belgeli yalanlamalar varsa, o da benim eksikliğim olsun. Olsun da, söz gelimi ne oldu sahi, şu “İzmir Envanteri”?

Yazımı süren, İzmir Büyükşehir Belediyesi yapımı “İzmir Ansiklopedisi”, belge ve bilgileriyle pek güzel açıklanan, sorgulanan, yanıt bekleyen bu eksiklikleri giderecek mi? Emek verenleri yakından tanırım, çalışmaların önsözünde bir ara ben de bulundum, umalım ki bu kenti, bu kente emek verenler çok güzel anlatacak, bize “işte bu” dedirtecek bir kaynak yaratacaklardır. Çünkü, sözgelimi “İzmir”i tanıtıyorum” derken, araya Anadolu’dan camiler falan sokanlar gibi, “ithal” işler ve kendi insanımıza göstermediğimiz iltifat ve konukseverlikler, hepimizi yeterince yormuş bulunmaktadır.

Acaba matbuatımız ve ilgili zevat, bu çalışmaları gölgeleyecek mi, yoksa sahiplenecek mi? Onu da pek yakında göreceğiz. Ben tam o sırada kentimize gelip, örneğin “İşte verdim vizyonu, İzmir giymeli bu vizonu” gibisinden bir şaheserle, yaratıcısı ya da yaratıcılarının, “sekiz sütuna manşet, Kordon’da yürüyordu hazret” mealinde arz-ı endam eylemelerine hiç şaşırmayacağım. Paranoya mı? Yoo, hep yaşadık, ilk olmayacak ki. Bakınız, Naldöken’de bıraksan Mektupçu’yu bulamayacak eşhas!

Nasıl bir kent olduysak, içimizdeki seslere kulaklarımızı kapatırken, dışardan gelenleri, “kelamında boncuk vardır” merakıyla eşeleyip duruyoruz. Yalan mı?

Haşmet Babaoğlu nam bir zat, “İzmir’den nefret duyma muayyen günleri”ne yeniden nail olmalıyız ki, “İzmir dünyasının en kültürsüz kenti” deyip, ortaya çıkıverdi. Biliyorsunuz, İzmir’e bulaşıp laf sokuşturma, nicedir önemli bir sektördür; üç beş ayda bir nöbetleşe, bu konuya dair yazı döşenir.

“Faşist, köy, kasaba, tutucu, gavur…” sıfatlarımıza, “kültürsüz” de ekleniverdi. Bu konuyu genişçe konuşacağız. Hüseyin Erciyas’ın ve de siz değerli okurlarımızın sabrını yeterince zorladığımı biliyorum, yazıyı toparlamalıyız. Haşmetinden sual olunmaz arkadaşın yazdıklarını okuyunca, konuya dair şunları not almıştım, şimdilik bununla yetinelim:

“Haşmet Babaoğlu, “İzmir, Türkiyenin en kültürsüz kenti” demiş. Birkaç gündür uzaktaydım, gördüğüm kadarıyla bir “tıssss” durumu yaşanmaktadır. Şu anda pek yorgunum. Uzunca yazılacak bir konudur.

“Ya söylediklerim Hıncal Uluç’un hoşuna gitmez de azarı yersem” ürkekliğiyle spor yorumu yapmaya çalışmasından, Nebil Özgentürk’ün programında sade suya tirit romantik kentli görünme çabasına ve nihayet geçenlerde bir kanalda tasavvufi bilgeliğe soyunmasına, “ben siyaset yazmam” diyerek laf zaiyatıyla sütun doldurmasına, muhteremi öteden beri sürekli alıştırılmaya, parlatılmaya, gözümüze sokulmaya çalışılan bir zat olarak anımsarım. Ne iş yapar, ne üretir, gurme-gusto-gentlemen çabasını neyle tedarik eder, medarı maişet motorunu nasıl yürütür, hiçbir fikrim yok.

Ama beyanatını okudum. İktidara, muhafazakarlara adres göstermeleri, turizmden yiyeceklere fikir parlatmaya çalışmaları vb bir yana… Bir tümceyle, genişçe yazacaklarıma önsözümü beyan etmeliyim.

“Söyleyene değil, ne söylediğine… Söyleyene değil, söyletene… Parlatılmış bir medya şirini söyledi diye kulak dikeceğine, yıllardan beri bu kentin içinde cümle kurmaya çalışanlara kulak vermeye… bakacaksın.”

Küçük hesaplara, politik cambazlıklara kulak asmadan, bugüne dek bıkmadan yazıp söylediğimiz gibi; bu konuda da “bir kere daha ve anımsatma çabasıyla” bir “İzmirli” olarak söyleyeceklerimiz-yazacaklarımız var elbette.”


Şimdilik, ufak tefek sesler yükseldiğini, bir bölümünün –kendilerince haklı mıdırlar?- kente karşı kişisel kırgınlıklardan öteye geçmediğini, bir bölümünün dikkate değer önerilerle donatıldığını, ama bütün bunların pek dar bir çevrede konuşulduğunu-yazıldığını biliyorum. Kişilere yönelik bağırmak, kızmak, hakaret etmek değil, “bu insan ne diyor, niye diyor?” kaygısından yola çıkarak konuşmalıyız, konuşacağız.

Efendim, bir yaz yazısının sonuna geldik. Dağınıklığı bağışlayınız. Sponsor destekli bir yazar olmadığımız için, size Çeşme ya da Alaçatı’dan yazamıyor, magazinsel derinlik sağlayamıyoruz.

Ulucak’tan hangi magazini yazayım? Kezban’ın kahve falından, delinen su deposuna saydıran çiftçiden, sabah köy meydanında tanık olduğum muhabbetlerden söz etsem, sıkılırsınız. Baştan bu yana okudum; kurutmaya asılmış patlıcan-biber dizisi bir yazı olmuş. İdare ediverin.

Yazıyı bitirene kadar bekleyip tere batmamı sağlayan, şimdi kapı pencereyi birbirine çarpan rüzgara, demli çayını benden esirgemeyen çaydanlığa ve elektriğini kesmeyen Tedaş’a teşekkür ederim.

Önümüzdeki yazıda görüşmek üzere…

Hamiş; “Ramazan Eğlencelikleri”ni unutmadım. Blue jean üstüne fes, Lacoste üstüne ferace takıp, bilmediği alanda cahilce at koşturmayı, kaç para getirirse getirsin reddeden bir rahatsızlığımız ve bunlara alışık olmayan bir duruşumuz olduğundan; ne yazık ki bu tür eğlenceliklerde “YERYÜZÜ Sahnesi, İzmir”i göremediniz, göremeyeceksiniz.

Umarım ki gördükleriniz, koskoca bir kültürü mahveden, Dümbüllüleri, Kel Hasan Efendileri, Hayali Küçük Alileri mezarlarında ters çeviren cinsten herzeler olmamıştır ve olmayacaktır.

Kadını aşağılayan, şaka yapacağım diye cinsel tercihleri faşistçe öteleyen, güldüreceğim diye habire itişen kakışan, birbirine vurup duran tiplerin de, tarafınızdan ağzı açık ayran budalası gibi, alkışlanmadığını ummak isterim.

Ve böylesi “trupları”, hiçbir eğitim kaygısı – gelenek saygısı düşünmeden meydana sürenlerin, emek ve heves hırsızlığı yapmadan; çalışanlarının alın terlerini ödediklerinden emin olmak isterim

İnsanlık mirası geleneksel seyirlik sanatlarımızı yaşatmak için ömür tüketenlere, ramazandan ramazana anımsanma kederini unutup, kazandıkları üç kuruşun analarının ak sütü gibi helal olmasını dilerim.

Yok öyle, “Bana ne bunlardan, ben gider eğlenmeme-eğlendirmeme bakarım” demek, sevgili temaşaperverler, saygıdeğer İzmirlililer ve kentimizin vazgeçilmezleri yerel yönetimler…

Yazarınızdan bir “geleneğe ve sanata saygı, sosyal sorumluluğa çağrı” anonsu dinlediniz, teşekküre gerek yok, vazifemiz…

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın