“Oyun bitince şah da piyonlar da aynı kutuya konur”.
Müthiş değil mi? Düşününce tüyleri diken diken oluyor insanın…
Aklından çıkardığı o “mutlak gerçekle” yüzleşiyor da ondan belki… Belki de Azraille yüz yüze gelince de öyle olacak Allah bilir…
Bu konuya yazının finalinde döneceğim…
Geçen hafta “olmaz ki bu kadar” dedim…
Çeşme ilçesi Aya Yorgi namıyla maruf yerdeki görülmemiş şımarıklık, görgüsüzlük ve arsızlığa devletin koca Valisi el koydu diye öfkelenmiştim… Oradaki buncacık olaya Vali el koyuyor da neden aynı Vali Naldökendeki bitmez tükenmez para kazanma hırsına el koymuyor demiştim… Neden Naldökendeki beş yaşındaki bebelerin akciğer kanseri gibi öksürüşlerini devlet duymuyor demiştim…
Bir de Çeşmeye yakın Urlanın Özbek köyündeki sinek ve kanalizasyon sorununa neden herkes duyarsız diye sormuştum…
Hani Vali ve Emniyet Müdürü Çeşmeye giderken uğrasalar bir çay içimi oradaki yurttaşların da sorununu görürlerdi, yalan mı?
Bu söylemi Kanal 35de sabah yayınımda da dile getirdim.
Getirdim ve başıma iş aldım… Bir haftadır Balçovadan Bayraklıya, Kemalpaşadan Bayındıra, Karaburundan Foçaya, Çiçekliköyden Çeşmealtına dertlerle uğraşıyorum.
Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar her şey tozpembe göredursun…
İzmirde tek meselenin EXPO ve AVM olduğunu sananlar sanadursun…
Lakin hem genel hem de yerel memleketim hastaneden postaneye, emniyetten elektrik idaresine, doğalgazdan kantinlere her yerde dert tasa yüklü…
İnanan inanır, inanmayan içtiği şarabı yazmaya devam eder…
Lakin bir özel teşekkürüm var ki geleceğe ilişkin pek bir umutlandım.
Urla Özbekteki sinek ve kanalizasyon sorununu sabah yayınımda duyan Yeni Asır Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Şebnem Bursalı fark etmiş. Derhal konuya el attı ve Fatih Şendil ile Ertan Gürcaner kardeşlerimin haberleriyle gündeme oturdu. Benim derdim oradaki vatandaşların sorununun çözülmesi. Başka bir hesabım da olamaz, sık sık eleştirdiğim Yeni Asırı bu kez teşekkürle anmak isterim. Bölgenin en önemli gazetesinin halk sorununun peşine düşmesi, bir televizyon yayınını dikkate alması geleceğe ilişkin umuttur. Basının medya olduğu günden bu yana edindiğimiz mesleki kötü alışkanlıkları yıkmanın mutluluğunu yaşıyorum. Memleketimdeki tüm basın organları işbirliği yapsa, gizli savaş yapmasa, mesleki temel ideallere sarılsa ne güzel olur aslında… Gazeteci olmayan gazetecilerin terörü biter, vatandaş yeniden gazete okuyup TV izlemeye başlar… Derdiniz derdimizdir ruhunu yeniden diriltsek ne muhteşem olur. Gazeteciliği sadece gazeteciler yapsa, patronlar insafa gelse… Neyse, bu kadar hayal yeter…
Derdim mesleki eleştiri değil.
Yayında “sokaktan sorunlar” dile getirdiğimde sokak dışında dönüş alamıyorum. Zorla değil ya sevemedik “resmi ve gayri resmi egemenlerle” birbirimizi. Aslında sevgisizliklerini bana değil, bana sorunlarını ileten sebeb-i mevcudiyetleri halka yapıyorlar ama farkında değiller. Çünkü “saltanat ve debdebe” genlerde var yahu!
Hepsi mi?
Değil tabii ki, olmayanları tenzih ediyorum.
Fakat son yıllarda nedense İzmirde sadece bir kesimin dertleriyle dertlenen, keyifleriyle zevklenen bir gündem oluştu.
Neredeyse eleştirmek vatan hainliğiyle eş tutuluyor.
Yazık ama gerçekten yazık…
Örneğin Karşıyaka Belediyesi Başkanı Cevat Durakı eleştirmek adeta suç…
Yaşlı bir vatandaşın şikayet mektubunu okurken, bir televizyoncu meslektaşın gereksiz ve ne amaçla olduğu belli olmayan telefonuyla gaza gelen başkan şimdi bana “karşı”! Onca yıllık dostluk ilişkisi bir anda yerle yeksan, yazık değil mi? Bir yanda hep saygı duyduğum bir meslektaş abinin tuhaf davranışı, bir yandan sevdiğim bir siyasetçinin insafsızca infazı… Oysa derdim sadece yaşlı bir emekli öğretmen hanımın derdinin duyurulmasıydı!
Buyurun siz yorum yapın…
Oysa akıllı bir idareci, eleştirileri araştırır, inceler.
Sorunu çözer ve duyurursa saygı kazanır.
Eleştireni “düşman” görmek ne garip durum… Falanca sokakta sorun var, çözsen ne olur? Duymamış olabilirsin, bilmiyor olabilirsin. Eleştirene teşekkür edersin şanın yürür ama eleştireni yok sayarsan gün gelir şanın sürünür!
Başkalarını bilmem.
Bana gelen sorunlardan yola çıkarak gündem oluşturmaya çalışıyorum. Falanca televizyonun filanca müdürünün maksatlı dedikodularıyla gündem yaratan bir siyasetçi umut vermez.
Çeşme gündeminin hep birinci sıraya oturmasını yıllardır eleştiriyorum.
Ama ilk kez “haddimi bilmemekle” suçlandım. Haddimi bilmezsem bir topan ekmeğe muhtaç olurmuşum! Bunu söyleyen kim boş verin, ama benim için bugüne kadar çok önemli biriydi, numarasını telefonumdan da sildim. Şakadan anlamadığımı söyledi ama kalp kırıldı bu kez…
Haddimi bilmemek ne demek?
Zabıtadan şikayetleri, işporta terörünü, trafik keşmekeşini, sağlıktaki terbiyesizlikleri, tarihi ve doğal yerleri talanı, siyasetçi oyunlarını, belediye halk ilişkisizliklerini sarı basın kartı sahibi, 20 yıllık bir televizyon habercisi olarak duyurmak mı haddini bilmemek?
Benim sevgili dostumun beni bildiğini sanırdım… Yanılmışım…
Benim nasıl çalıştığımı, sağlığımın risklerini, ne kazandığımı, ailemi, şartlarımı, nasıl ayakta durmak için çırpındığımı bildiğini sanırdım…
Kimin tetikçiliğini yapıyor bilmiyorum…
Kimlerin mesajını “şakadan” verdi bilmiyorum…
Ama öyle ağır geldi ki…
İçimden hal-i pür melalimi yazmak isterdim, lakin olmaz. Yakışmaz bana. Bu çağın aklıyla akıllanmak şeytanla işbirliği yapmak gibi geliyor bana. Onca sıkıntının içinde hala gülebiliyorsam sabahları, bu bana Allahın lütfudur.
Bir zamanlar bir büyük adam “takmıştı” bana…
Hakkında yazdığım için etmediğini bırakmadı çevresindeki kaltabanların dolduruşuyla… İşimi, ekmeğimi, oncacık maaşımı yitirdim.
Ardından öfkesinden öyle laflar etti ki dayanamadım. Çok yakın bir milletvekili dostuna gittim. “Alın dedim kimlik numaramı, eşimin, annemin, oğlumun, kardeşimin… Araştırın Allah aşkına… Siz devletsiniz, nasıl yaşıyorum, neyle yaşıyorum bulursunuz. Sizden istediğim sadece dostunuza söyleyin, güzelim deme bir sivilce, zenginim deme bir kıvılcım yeter…”
Her türlü eleştiriye gelirim, ama ekmekle ilgili asla…
Ben sadece “ah” ederim ki bilen bilir “ah” ne demek!
Kabul etmesek de, görmesek de, ilgilenmesek de, duymasak da “sokakta sorun” var…
İletişimsizlik, sevgisizlik, bireycilik, bencilik en üst seviyede…
Paylaşma, dayanışma erdemleri kalmamış. Hiç ölünmeyecekmiş gibi büyük ve şeytani bir hırsla “maddi kazanma” ideali hakim olmuş!
Oysa…

Önemli olan “gök kubbede hoş sada” bırakmak değil mi?
Örneğin Yukarı Narlıdere Kabristanı… Sünni ve Alevi yurttaşlar koyun koyuna yatıyor ebedi alemde…
Örneğin Paşaköprü Kabristanında Müslüman, hemen karşısında Hristiyan yurttaşlar…
Başka kabristanlarda zengin fakir, Kürt Türk, kadın erkek, yaşlı genç hep yan yana…
Yani bu dünyada 100 yıl da yaşasan “son” aynı son… Mutlaka “tadacaksın”…
Peki, nasıl oluyor da, en inançlısı da en inançsızı da unutup birbirine zehir etmek için uğraşıyor?
Neden diyalog yok?
Neden birbirimiz dinlemeden “karar” veriyoruz “infazlara”?
Kendi payıma ben sıkıldım artık inanın…
İtalyan atasözüne inandım farkında olmadan.
Yaşam bir oyunsa ya da sınav…
Oyun da sınav da biter be arkadaşım… Bittiğinde de sadece iki metre kefen bezi… Ve inan ki o bezin cebi yok… O cepsiz kefeni giydik mi de gireceğin kutu aynı… O kutular aynı yerde ve “patron da işçi de” aynı kutularda…
Bilmem anlatabildim mi?
Yalanla, nifakla, dedikoduyla yaşamak sadece yaşayana zarar verir be arkadaşım!
Bazı notlar:
Basından öğrendim ki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu “abimin” sevgili oğlu Ulaş kardeşim evlenmiş hafta sonu. Pek sevindim. Saygılı, sempatik erdem sahibi bir kardeşimdir Ulaş. Hayırlı uğurlu olsun, Allah yuvasından sevgi ve mutluluğu sofrasından da bereketi eksik etmesin.
Şu limana AVM meselesi var ya? Şaşkınım çok şaşkın! Bugüne kadar “esnaf” için kılını kıpırdatmayan kim varsa “esnafsever” kesildi… Balçovayı, Gaziemiri, Bornovayı görmeyenler için ne mühimmiş yahu Liman! Lakin aklımdan geçeni saklamam. BU AVM işini Ekrem Demirtaş değil de Ender Yorgancılar “icat” etseydi tepkiler bu kadar çok olur muydu?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.