-2-
Başlığın geri kalan kısmını, önceki yazıdan bilirsiniz ya da okuyabilirsiniz, yinelemeyeyim.
Nasılsınız 1000 yıllık toprağın üstünde oturanlar? Nasılsınız, o toprağın ürettiği sözün, sesin, ezginin, kısaca insanlık bahçesine armağan edilmiş bin kokulu çiçeklere benzer insanların, necip mirasçıları? Sizden Bayburtlu Zihni gibi gülen, Hoca Nasreddin gibi ağlayan diye söz eder, gıyabınızda ve sizden göremediği bizdenliğe inat, cümle yeryüzünde sizin adınıza sizi anlatıyor hala. Güle ağlaya tutturduğumuz ve 30 yıldır peşine düştüğümüz yazma meselesinin ve üslubunun ve özlediğimiz yeryüzünün esin kaynağı, itiraf ediyorum Şair Babadır. Nazım Hikmetin insanları, sahi nasılsınız bunca olup biten, oldurup bitirildiğiniz ya da izlediğiniz ahval karşısında?
Bu yazının asıl konusu Evliya Çelebidir. Kimseler söz etmiyor, görev bizimdir dedik, geçen hafta başladık. Sonunun nasıl geleceğine dair, hiçbir fikrim yok. Ama gelin, bir yerden başlayalım ve bir an önce Evliyaya ulaşalım.
Yazıya niyetlendiğimde, haydi dedim, son kez ülkede ve dünyada neler olup bitiyor bakayım da, sonra yazıyı dağılmadan sürdüreyim. Baktım, insanlığımdan bir daha utandım; 12 fidan ölmüş. Namussuz bir tezgahın ölümcül tuzaklarında, çocuklar heba olmuş. Bu ülkenin çocuklarına musallat olmaktan mürekkep bir saçmalık, yine bu ülkenin gencecik çocuklarını öldürmüş. Yine ve yine ve yine… Birlikte çekilecek halayın, birlikte bölüşülecek ekmeğin, birlikte -tarih yazmıştır, oku be kardeşim!- direnilecek bin bir hainliğin unutulması, unutulup kuyruğuna takılmak, vah ki yine nelere yol açmış. Yine ve yine ve yine…
Kederim, parmaklarımı felce uğrattı. İşittiklerim, okuduklarım, izlediklerim benliğimi onulmaz kederlere sürükledi. Bıçak kemiğe dayanmış, öyle dedi biri. Akan kan yerde kalmayacakmış, karşılık verdi bir diğeri. Aradan gün geçti, başka bir haber, şehit evine ve kentinin meydanına bayraklar falan asılmış. Ama delikanlının şehit olup olmadığı daha belli değilmiş, Vali Bey çıkıp töreni iptal etmiş, DNAlar alınacak testler yapılacakmış… Aklım, ne olur kendini koru!
Usulca kapatmıştım bilgisayarı. Yok demiştim, yok bu ruh haliyle yazamam. Oysa denk düşüyordu yaşanan bu tragedya, başlığına Sevgilim İzmirin… Değiştirmek olasıydı belki de; Bu gençlerin talihsizliği, bu topraklarda doğmak mıdır?
Bu günlerde kendimi, ailem dışında, çok yalnız ve kimsesiz hissediyorum. Melankoli falan değil sözünü ettiğim. Derin bir kuyudayım sanki. Görünmez bir el, saati durduruyor, hatır ve hatıraları siliyor, daha dün yanımda duranların artık çok uzaklarda kaldığını, uzakta kalmak istediklerini hissediyorum, hissetmek ne, görüyorum. Yok, artık göremez oluyorum, hani vapurun önce bacası görünür, sonra giderek gövdesi büyür ya sana doğru gelirken ya; senden uzaklaşanların da, usul usul nokta hale gelmelerine tanık olmak, insanın içini burkuyor.
Kişisel pencereni kapatıp, daha geniş pencereyi açıyorsun. Koskoca bir sonbahar duruyor orada. Memleket ağacının yaprakları bir bir düşmekte, görüyorsun; işte o gencecik çocuklar, işte düşündü, söyledi, yazdı diye bedel ödeyenler, işte kadınlar beşer beşer kuruyor ve düşüyor toprağa her gün, orada dünyanın bir ucunda açlıktan insan ölüyor, 21. Yüzyılın atom çekirdeklerini çarpıştıran insanlık ailesinin sofrasında oluyor her şey. Reddi miras, reddi insanlık, reddi tüm güzel sandığım ve beni kandıran şeyler demek ve kimi uygarlıklarda olduğu gibi, ölümü hisseden ihtiyarların mağaralara çekilmesi gibi, çekip gitmek ne kolay ve ne anlaşılır bir şey aslında. Başlık yine değişiyor; Bu insanların talihsizliği, bu dünyada doğmak mıdır?
Memleket ağacına bakıyorsun, ne çok sonbahar yorgunu. Herkes memleketine benzer diyor ya şair, orada giderek kuruyan bir dalın ucunda kalmış bir yaprak gibi görüyorsun kendini. Sonra gidenlerin, kopanların, zamansız düşenlerin, toprakta izlerini görüyorsun.
Şairler, yazarlar, düşünürler, emek ve insan savunucuları, bilim insanları, uygarlığa ve kültüre ve bu ülkenin kimliğine, nefeslerini bu topraklardan eklemeyi seçmiş insanlar… Bin yıllık memleket ağacını yaşatanlar ve ona anlam kazandıranlar… Adlarını saymak, bir ömre sığmaz. Her renkten, her türden, her düşten ne çok insan; unutuşlara, ihanete, kadir bilmezliğe, yoksulluğa ve yoksunluğa, cehalet ve vandallığa kurban edilmiş ne çok insan… Kadını erkeği, çocuğu genci, bir bayram yeri halinde yaşayabileceğimiz bu ülkenin ve bu dünyanın gadrine uğramış biçimde, düşen yapraklar halinde, memleket ağacının dallarına doğru yükseliyorlar, yükseliyorlar.
Bir gün önce gövdeyi kaplayacaklar, sonra dallara ulaşacaklar, sonra en üstteki yaprağı da aralarına alıp, ağacı görünmez kılacaklar. Sonra ağaç kuruyacak ve bir gün insanlık bahçesinde kocaman bir boşluk bırakacak. Kaknem falcı kehaneti değil, kaydı tarihe oldukça geçmiş bir insanlık gerçeğidir.
Neden böyledir bu?
Çünkü önce Brunoyu yaktı, sonra Madımaka geldi yeniden insan yakmaya…
Lorcayı kurşuna dizdi, Sabahattin Alinin güzelim kafasını odunla ezdi…
İskenderiye kitaplığını yaktı, sonra bir gece Berlinde kitap alevleriyle zehirledi insanlık birikimini…
Nesiminin derisini yüzdü ve sonra Nazım Hikmeti sürdü toprağından…
Şarkıları yasakladı, heykelleri kırdı, tiyatroları yaktı, galerileri bastı, aklını ve gözünü ne zaman aydınlanma ışığı kör ettiyse…
Gutenbergi aforoz etmişti bir zamanlar, bir zaman geldi Uğur Mumcuyu bombayla parçaladı…
Galileo önce inkar edip (ki fısıltıyla da olsa, dönüyor demiştir) kurtuldu insanın gadrinden, sonra insan Enola Gaye bindi, Hiroşima ve Nagazakiye atom saçtı ve kirlendi yeniden insanlık bahçesi…
Afife Jaleyi öldürdü sanat yaptığı için ki, elinde hala Ortaçağ Cadı avı ateşlerinin isi duruyordu…
Ne uzatıp duruyorum, bütün bunları bilmiyor musunuz?
Gidin bakın Galata Kulesine. O kule insanlığın, yer çekimine itiraz anıtlarından biridir. Hezarfen Ahmet Çelebi derler biri, hepimiz adına oradan kanat çırpmıştır. Bir hava alanına adını koydular nasılsa. Peki, Galata Kulesinde ben nerede gördüm, adına çakılan plaketi? Tuvalet kapısının yanı başında!
Sözü artık Evliya Çelebiye getirmeliydim. Kayıtlara göre 25 Mart 1611de İstanbulda doğan, 1668de Mısırda ölen bu muhteşem insanı anmalıydım. Günü birlik yaşayan, ne geçmişini araştıran, ne geleceğine dair düşlere, projelere yatan ve ne de üretenlere ve üretilenlere karşı duyarlığını tazeleyen bir coğrafyaya inat, dünyasını dolaşarak zenginleştiren ve bunun izlenimlerini SEYAHATNAME denir olağanüstü bir yapıta dönüştüren bir insandan söz etmeliydim.
Heeeey! diyecektim, Biliyor musunuz, doğumunun 400. Yılı nedeniyle, UNESCO 2011i Evliya Çelebi Yılı olarak duyurdu diyecektim, Siz, vazgeçtim dünyadaki etkinliklerden, bu ülkede neler yapıldı, yapılıyor, yapılacak, biliyor musunuz? diyecektim, Var mı bir şiir, oyun, opera? Sorun bakalım sokağa, ne anlam taşıyor Evliya Çelebi? diye soracaktım… Elbette ekleyecektim; Bu insanların talihsizliği, bu topraklarda doğmak mıdır?
Lüks mü kaçardı, örneğin Çaka Bey Limanı önünden geçip giderken, Yahu kim bu Çaka Bey, neden bir heykeli, altında da kim olduğuna dair bir yazıt yok? diye sormayan insanların yaşadığı bir kent özelinde, bunlardan söz etmek?
Yok, yine de yazacaktım, yazmalıydım… İyice coşmuştum, Evliyaya saygı duruşu olacak sevincindeydim. Ki…
Bir haber geldi; Can Yücelin Datçadaki mezarı parçalandı!
Utandım, kırıldım, üzüldüm, ağladım, nefret ettim. İnsanlığımdan…
Ne diyeyim şimdi; Nereye diye sormayalım artık, neredeyiz diye bakalım gibisinden bir tümce nasıl, yeterli cafcafa sahip mi?
Ya da şöyle yapıp, hem sizi, hem kendimi, bir yası layığınca yaşamak için azat edeyim mi?
Memleket ağacından bir yaprak daha düştü
İnsanlığımızın başı sağolmasın kardeşim!
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.