Bu insanların talihsizliği, bu topraklarda doğmak mıdır? -1-

Bu insanların talihsizliği, bu topraklarda doğmak mıdır?
Ya da
Bilmeyen, utanmayı da bilemez!
Ya da
EVLİYA ÇELEBİ, başka ülke mi yoktu be ustacığım?

-1-

Elin oğlu, emperyalist güdülerle Vietnam’a gitti, boyunun ölçüsünü aldı. Ama bundan bin film, sekiz yüz oyun, üç beş yüz roman çıkardı. Allah bilir ya, Amerikan ekonomisi, o savaşlarda yaptığı harcamaların elli bin fazlasını, o savaşların işlendiği filmlerden kat be kat çıkarmıştır, çıkarmaktadır. Ki, güdülerinin götürdüğü yerlerden, bugün “naklen sanat” üretip, dünyaya kakalıyor, sen ben ya da bize benzer ülkelerdeki o bu şu, aval aval izleyip, etek dolusu para döküyor. Döküyoruz. “Bak” diyoruz”, “Bak, Amerika’nın bağımsızlığı, Amerikalıların özgürlüğü için, Enola Gay nasıl saldı Nagazaki’ye, Hiroşima’ya atom bombasını? Ah canım benim, nasıl gidip çöllerde bedeviyi takır takır taradı?” Ne sanmıştın güzellik? Sen kendi sınırların içinde özgürlüğünü, bağımsızlığını konuşmaya cesaret biriktiredur, elin oğlu bunları kıtalar ötesinde yapar, sen de balkabağı gibi oturur, obeziteye beş kala yiyecek içecekle, ööööle ya da mööööle adamın kendini aklamaya çalıştığı filmi izlersin.

Hemen dudaklar bükülmesin, başka sayfaya geçilmesin. Sorun önemlidir. Yahu, adamların “Vietnam Sendromu”nu, hamburger tombulu Kansaslı tüccar bilmez, sor, en azından bu yazar sana elli sayfa anlatsın. O derece yani!

Hepimiz, Amerika’nın kuruluş öyküsünü, Amerikalı Yurtseverler-Fransız Müttefikler-İngiliz Kırmızı Urbalılar üçgeninde oluşturulmuş, Teksas, Kaptan Swing ve dahası çizgi romanlardan öğrenmedik mi? Hala bulsam okurum, o başka. Çizgi Roman müthiş bir sanattır, o bambaşka. Lütfen sapla samanı, her zamanki gibi karıştırmayalım. Teslim edelim ki, hepsi birer sanat yapıtıdır, dahası hepsi kendini “okutturmuştur.” Yaptı, pazarladı, hepimize okuttu; ver yiğidin hakkını yiğide.

Cips kola sersemliğinde yaşayan bir Amerikalı çopura sor, Ontario Gölü’nün yerini bilmez, sor, ben sana Swing’in sevgilisi Betty, saçlarını kaç belik örer, Puik en çok hangi rüyayı görür, anlatayım. Puik, Mister Blöf’ün “pire torbası” canım, Gamlı Baykuş’un belalısı… Şimdiki gençler herhalde bunları “aşmışlardır”, kim bilir neler izliyorlardır ki, bir kısmına yakın çevremdeki “gençlerden” tanığım.

Acıdır, ama gerçektir. Bu ülkede, bacak kadar çocuktan kazık kadar adama, sorun bakalım; “Rambo mu olmak istersin, Teğmen Kubilay mı?” Kadınlara kızlara sorun bakalım; “Madonna mı olmak istersin, Behice Boran ya da Muazzez Ilmiye Çığ mı?” Şu saçma salak yarışmalara katılan, yeteneklerini gösterip “yırtmaya” çalışan delikanlı kızlara sorun, “Afife Jale mi olmak istersin, Leydi Gaga mı?” Şimdi Bedia Muvahhit’ten, Turgut Pura’dan, Cahit Arf’tan, Türkan Saylan’dan falan söz edeceğim, karşılıklı sinirlerimiz bozulacak. Ama dostlar, biri tanınsın ya da tercih edilsin, size söz veriyorum; Konak Meydanı’nda cümlesinden özür dileyecek, çocukluğumun Karahayıt’ındaki o eşek gibi anıracak ve yazmayı bırakacağım.

“Argümanım” ne mi birader? Aynen halkım, canım kardeşim. Çanakkale direnişinin Sakarya’da geçtiğini; Kıbrıs’ın Karadeniz’de bir ada olduğunu, Türkiye’nin en uzun nehrinin Nil ya da Amazon olduğuna kalıbını basan halkından, halkımdan, halkımızdan söz ediyorum. Evet, Amerikalı kardeş, Türkiye’yi Arabistan’da sanıyor. Nasıl da gülüyoruz, alay ediyoruz değil mi? Peki arkadaşım, Nazım Hikmet yazmasaydı, sen Kartallı Kazım’ı nereden bilecektin! Haydi, Kartallı’yı bilmezsin, peki onu ve nicesini sana anlatan Nazım Hikmet kimdir, ne yaşamıştır, niye yaşatılmıştır, niye bilmezsin a benim “Kabahatin çoğu da sende” olan kardeşim?

“Çanakkale içinde Aynalı Çarşı” ile dans eden dangalaklar gördü bu gözler. “Burası Huştur” türküsüne “Seviyorum ulaaan!” böğürmesiyle eşlik eden yaratıklar gördü bu gözler. “10. Yıl Marşı” ile göbek atan densizler gördü bu gözler. Bu memleketin ve adına yeryüzü dediğimiz o büyük ülkemizin, acılarından ve umutlarından demlenmiş nice marşa şarkıya, kıç baş oynatarak eklenmeye çalışan zavallılar gördü bu gözler. Görüyor hala, çok utanıyor. İnsan olmaktan… Eee, yeter ama. Ben harbiden, alayından çok sıkıldım.

Ara nağme… Şimdi ben bunları yazıyorum diye, “ne” oluyorum? “Ulusalcı” bir tuhaflık mı, modası geçmiş bir yurtsever mi, “aman be birader, çok üzüyorsun kendini” diye teselli edilecek ve Basmane’de çay içmeye ya da Kordon’da kafa çekmeye davet edilecek bir “dertli” mi, ütopyasından emekli olamamış ve “ben de bir zamanlar devrimciydim” diyen geri zekalılar safına girememiş biri mi?

Ay! Aklıma geldi, aman diyeyim ne olur, liboş, dönek, renksiz kokusuz, “du bakali n’olecek, rüzgar yarın nereden esecek?” diyenler, güçlüler kervanının sıpası olarak gidişatı ürkütmemeye çalışanlar, cici çocukluğa soyunanlar, ensesi okşananlar ve bir bok sanılanlar ve bir bok olmadıkları kendilerince ve muhataplarınca anlaşıldıkları zaman arazi olanlara kadar gitmeyin, onlar yeterince sıkışık tepişik kalabalıktır. Zaten benim-bizim gibiler, onların gözünde lanetlidir. Sizi de, benden-bizden saymaya kalkar bu alçaklar! Biz onlardan pek çektik, çektirmek için de ellerinden geleni yaparlar. Size bari bulaşmasınlar, kıyamam.

Hayır yoldaşlar, ben bunları sosyalist ahlakını korumaya çalışan bir yurtsever ve ülkesini “mesele” etmiş bir çocuk olarak yazıyorum. Yanlışsam, yanlışımı biri yazacak, önce beni ikna edecek ve bu işi bitireceğiz, o kadar! Ara nağme bitti, sürdürelim…

Yok sürdürmeyelim, sanırım yoruldum. Bir hafta izin, kelamın ucu nasılsa elimizdedir ve EVLİYA ÇELEBİ’nin aziz hatırası özelinde, söyleyecek çok sözümüz vardır.

Sizin de “sözünüz” varsa, lütfen iletin; önümüzdeki yazıları birlikte yazalım…

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın