Tamam tamam, şu Neyşınıl Çenılları, Diskavırileri zamanla izleme olanağına kavuşunca, nasıl bir akıl tutulmasıyla oyalandığımız ve ahvalimiz bir bir karşımıza dikildi. Bizim şeyler, bize tanıtılıdığınca değildi.
Elalem beşyüz metrelik bir sahilden Cannes Film Festivalini çıkarırken, binlerce kilometrelik sahile sahip bu ülkeden çıksa çıksa, orman talanı mahsulü iğrenç siteler çıkıyordu ya, neyse…
Montajdan öteye geçemediğimizi, elalemden alıp halkımıza hava attığımızı ya da üç beş parça halı havludan öteye geçemediğimizi görmeyelim diye, elden gelen yapılıyordu ya, neyse…
Bu toprakların zenginliğini zeytinini, balığını, kayısısını ve aklınıza ne gelirse alayını- işlemeden, ürüne dönüştüremeden, hammadde halinde çuval vagon satarak ithalat-ihracat dengesini tutturmaya çalıştığımızı falan, çok sonraları anlayacaktık ya, neyse…
DEVRİM gibi bir Cumhuriyet teşebbüsünü, Benzin koymayı bile unutmuşlar gibisinden saçma salak bir tepki nedeniyle gömüp, koskoca Kocaeli yarımadasını elin arabasının, makinasının montaj tarlasına çevirmiştik ya, neyse…
Bizi dünya ilaç sektörünün şampiyonu yapacak haşhaş üretiminden, dangalak teslimiyetler yüzünden vazgeçmiştik ya, neyse…
Pamuğumuzu, susamımızı, pirincimizi ve cümle toprak zenginliğimizi, emperyalizmin kotasına kurban edip, kendi kendimizin canına okumayı da becermiştik ya neyse…
Etibanka ne oldu, Sümerbanka ne oldu, Şekerbank niye kurulmuştu ve şimdi hali nicedir, Tariş ne haldedir? diye soracak kadar beyin lobu bırakmadılar ya bizde, neyse…
dili geçmiş zaman kullanmanın ne gereği var, bu durum bugün de aynen geçerlidir!
Ne ayıptır ki, Atlastan yelken, ibrişimden halat yapan bir ırkın ahvadı olarak, bugün ve nihayet ve ilk kez bir yerli savaş gemisi yaptığımız için övünüyoruz.
Demek ki neymiş, ver gazı ile olmuyormuş bu işler.
Demek ki neymiş, şimdi unutturulan Yerli Malı Haftasının bir anlamı, bir meramı varmış.
Demek ki neymiş, Köy Enstitüleri bizi toprağımızla, Halk Evleri kültürümüzle ve çağdaşlıkla buluşturarak, bize yol gösterecekmiş.
Şimdi bunu kiminle konuşacaksın?
Yurtseverim dediğinde, seni faşist olarak niteleyen dangalakla mı?
Dünya görüşünde yurttaş değil kul, ulus değil ümmet yazan, kul hakkı yeyip ümmet talanı yapan saftorikle mi?
Bütün bu garabeti, hiçbir insani, vicdani, coğrafi, ahlaki aidiyeti olmayan dönekle, işbirlikçiyle, hiç merak etme, hele rüzgar değişsin senden fazla bu değerlerin şampiyonluğuna soyunacak rüzgar gülü fırıldakla mı?
Bu fırıldakları, her dönemde olduğu gibi bir halt sanarak; onlarla kahvaltılarda, brançlarda, kongrelerde, platformlarda fikir alışverişi yapacaklarla, yapmış olanlarla mı?
İçim sıkıldı. Oysa ben, bayram hatırına ve bayram gelmiş neyime? sorusuna sığınarak, Kent Yaşam okurları için, bir gülmece yazısı yazmaya çalışıyorum.
Uzatmayalım, konuya dönelim.
Evet, Balkanlar’ın, Ortadoğu’nun, dünyanın, kainatın en bilmemnesi mealinde kakalanan işlerin önünde, birileri uzun uzun söylev çeker. Sonra yanlarına, küçücük platformun üstüne, fotoğraf karesine giyme telaşıyla bir takım adamlar kadınlar çıkar. İki metrelik kurdeleyi 20 kadar ojeli ve kıllı parmaklı el, 20 elişi dersi makasıyla birlikte keser. Ertesi gün gazetelerde, kırıtmalı, sırıtmalı, kasılmalı halleriyle hepsini görürsün.
Kendini göstermek için, Başbakan’ın koltuğunun altından kafasını çıkaran o adamı, anımsıyor musunuz? Ben yıllar içinde, kendine protokolde yer bulmaya, en iyi konum için yol açmaya çabalarken; dirsekleri omuzları çıkıkçıya muhtaç hale gelen, yediği dirseklerden kaburgası böbreği ağrıyan insanlar gördüm. Birbirini itelerken, peşpeşe platformdan yuvarlananları, düşenleri gördüm, inanın. Bu bir anlamda al gülüm, ver gülüm kabulüdür. Bilirler, sen nasıl yol açmak için onu bunu itekliyorsan, başkaları da sana aynı şeyi yapacaktır. Zor bir iş olsa gerek…
Ama ilk yağmurda su basıp, bir ayda fare yuvasına dönüp, iki hafta önce yapıştırılan mermer levha birinin kafasına düşüp karpuz gibi ikiye ayırsa da, aldırılmaz, örneğin ve yine Balkanların ve Ortadoğunun en kofti, en kolpa, en üfürükten birşeyine sahip olduğumuzu kimse yazmaz. Açılıştaki şişinme ile kullanımda fıs çıkma arasındaki ilişki, kimseyi ilgilendirmez. Oysa bu bir külliyen zavallılıktır. Gelişmemişlere özgü temelsiz böbürlenme ile yeteneksizliğin-beceriksizliğin-bilimden estetikten nasipsizliğin doğal sonucu olan, düş kırıklıklarına aldırmamanın ve unutuvermenin zavallılığıdır, sözü edilmeye çalışılan.
Örneğin geçtiğimiz yıllarda, bayram seyran, reklam manşet Bolu Tünelleri açılmıştı. Başbakan gitti, arabaya bindi, tünelde hız yaptı, açılış töreni tüm kanallardan naklen yayınlandı. Sonra ne oldu? Aradan on gün geçmeden kar, yağmur falan filan… Derken bir haber; Bolu Tünelleri kapandı. Yanılmıyorsam Penguen mizah dergisi de karikatürü patlattı. Karikatürde bir adam geliyor, başbakana haber veriyordu; Bolu Tünelleri’nin kapanış törenine çağırıyorlar efendim! Gidecek misiniz?
Tuzlaya Balkanlar’ın en büyük, en uzun vincini koyma ile ayda üç beş emekçinin ezile parçalana ölmesinin önüne geçilememesi gibi… Metrobüs getirmekle şişinip, iki günde bir neden bozulduğunu, neden oraya buraya çarptığını düşünmemek gibi… Hızlı treni şaşaa içinde sefere sokup, bir hafta sonra neden tangur tungur devrildiğini anlayamamak gibi… Zonguldaka bilmem neyi bulabilecek sismik zamazingolar getirilmesiyle böbürlenip, iki emekçinin cesedini hala çıkaramamak arasındaki beceriksizlik gibi… Daha örnek ister misiniz?
Bütün bunlara, kurban olam makas tutan ellerenin gösterdiği tepkiler ise, insanı insanlığın uzaklaştırır. Tuzla için Lunapark değil, olacak o ölümler denir. Zonguldaktaki ölümler için Güzel öldüler denir. Meksikadaki kurtarma ve insana saygı anıtı çabaları hatırlatsan, yanıt hazırdır; Bizde olsaydı, daha çabuk kurtarırırdık! Bütün bunlara gülmek bile olanaksızdır artık.
Çünkü söz gelimi, Zonguldak Belediyesi’nden şöyle bir açıklama okumak bile, şaşırtmaz bu ülke insanını:
Maden İşçisi anıtı önüne kömür koymaktan vazgeçtik. Siyaha boynamış taşlar koyacağız. Çünkü koyduğumuz kömürler, çalınıyor!
İki kilo kömürün bir emek anıtı önünde duramaması ve çalınması kadar absurd ve korkunç bir yabancılaşma egemendir akla, mantığa, vicdana ve farkındalığa o ülkelerde.
Konuya dönelim, yazıyı bağlamak gerek.
Türkiyenin en büyük adliyesini yapmakla övünüyorlar. Adliye, hapisane açmakla bir ülke övünür mü? Bu garabet bir tarafa, adı hazırdır, levhası çakılmıştır Adliye Sarayı!
Betondan sahnesiyle, tavanında disko ışık sistemiyle, elli metre uzaktaki kulisiyle tiyatro-opera-bale yapmak mümkün değil; ama Vip salonunda uzay koltukları olan, sözüm ona kültür sanat mekanları yapıyorlar. Adı elbette hazır, Kültür Sarayı!
Kentin mimari dokusuna, tarihsel ve çevresel yapısına uygun olup olmadığına bakılmaksızın, vilayet, belediye, emniyet binaları yapıyorlar. Adları hazır, Hükümet Sarayı!, Belediye Sarayı!, Emniyet Sarayı!
Belediyede bir işin vardır, acildir, taksiye binersin.
Nereye abi?
Belediyeye kardeşim.
Belediye derken? Belediye Sarayı’na mı?
Taksinin içi birden mezara döner, iç geçirirsin!
Evet kardeşim Belediye Sarayı’na! Şehremini ile görüşüp, dün Dersaadet’ten geldiğini öğrendiğim Sadrazamla, onu bulamazsam Mutasarrıf Hazretleriyle, denk düşerse şehzadeyle ve ola ki haseki hanımlarla, mukabele eyleme ihtimalim mevzubahis de!
Diyemezsin.
Birader, çağdaş, demokrat, laik, sosyal hukuk devletinde SARAY ne demektir? Hasta mısın, hasta mısınız, kafayı mı yediniz? diyemezsin. Diyeceğin bellidir.
Sağda durur musun? Vazgeçtim!
Sen, senin için yapılan bir binaya saray dersen, içinde hep sultanlar, padişahlar oturacağını baştan kabul etmişsin demektir. O yüzden karakol amiri kendini Bostancıbaşı, emrindekiler de Yeniçeri gibi görmekte haklıdır. Adliye Sarayına girdiğinde, hep eziksindir, işi yalnızca evrak kabul olan bir tüysüz, sana Onu yap! Bunu ver! Sen misin adı burada yazan! gibisinden söylemlerle ilkelleşebilir. Yaşadım ve öylesi tüysüzlerin canına çok okudum.
Bir yetkiliye dert anlatmaya gittiğinde, korumaların şirretinden, korudukları zatın burnu büyüklüğünden korkup, derdinden falan vaz geçiyorsan…
Hele bir de hakkın ne, hukukun ne bilmiyorsan, yol yordam bilmez cehaletten küstahlık etmeye varan davranışlara, savruluyorsan…
İşinin yapılması için, tek ve vazgeçilmez yolun, iki büklüm eğilmek, ağam, paşam demek olduğuna inanıyorsan…
Bir gün senin eline böyle yetkiler geçse, daha beterini yapacağını biliyorsan, niyet beslemişsen, yemin etmişsen…
O sarayların koridorlarında bir tanıdık, bir torpil, bir bilmemkim aramakla ömür geçiriyorsan…
Yurttaşlık ve vatandaşlık haklarından bihabersen, bilmiyor ve bilmeye de niyet beslemiyorsan…
Yani yurttaşlık nedir, vatandaşlık nedir, seni ilgilendirmiyorsa…
Herşey sıradanlaşır.
Sen oralara saray dedin ya…
Sana ne yapılsa, inan devede kulaktır, sana müstehaktır!
Sonuç;
Benim yanımda, herhangi bir binadan saray diye söz etmeyin.
Kalbinizi çok fena kırarım!
Çünkü siz böyle yaptıkça, Padişahları ve şürekalarını üretiyorsunuz.
Ben bir cumhuriyet yurttaşıyım ve padişah kılıklılardan da, etek öpenlerinden de nefret ederim! Tıpkı biat gösterisi yapayım derken, iyice zavallılaşan, sakilleşen ilkellerden nefret ettiğim gibi…
Tıpkı böylelerini gördükçe, insanlığımdan, yurttaşlığımdan utandığım gibi…
Yapmayın, yakışmaz. Yaşayacağınız bir hayat var, o hayatı kirletmeye değmez…
…
10 Kasım sonrasında, Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun, Sevgili İzmirin bundan önceki yazısına koşut ve neredeyse fotokopisi bir yazı yazdı.
Ortak duyarlıklara sahip insanlar, elbette benzer yazılar yazardı.
Okuyunca sevindim…
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.