Dinlediğim konser, eski Halkevi, Türk Ocağı Sahnesi, bilinen adıyla Operet Sahnesi’ndeydi. Burada konser izlerken sahnenin tepesinden altın sarısı bir bozkurt size bakar. Kırmızı üzerine sarı Selçuklu motifleriyle işlidir bütün tavan ve yan balkonlar.
Orada, bariton Arda Aktar ile piyanist Elif Şahinin ikili konseri vardı. Elif Şahinin babası 1968 Gazi Eğitim Müzik Bölümü’nden arkadaşımdır, annesiyle de yılların arkadaşıyız. Ailenin konuğuydum.
Elif kızımız uzun zamandan beri Stuttgarttaki bir müzik okulunda asistan olup Avrupada ikili piyano konserlerinin yanı sıra Lied eşlikleriyle de dikkati çeken bir sanatçımızdır.
Ankarada onun ilk kariyer konseriydi bu. Schumann, Strauss ve Schubert eserleri çalıp söylediler. Eserleri yorumlamada ikisi de mükemmeldi. Fakat hepsi de kilise şarkısıydı, ölülere yazılmıştı ve mezarlıkları anlatıyordu. Bis parçası bile Türkçe olmayan bu repertvuar seçiminden benden eksi puan aldılar.
Çünkü Cumhuriyet kuşağı müzik ustalarından, örneğin Hikmet Şimşekten bizim aldığımız bir ders daha vardır ki, o dersi Avrupada vermezler. Gençlere bu dersi aktarmak gönül borcumuzdur: Konser parçalarınızın içinde mutlaka Türk bestecilerinin eserleri olmalıdır.
Aynı salonda, sevgili Hikmet Şimşek hocamızın repertuvarı protesto ederek salonu terk ettiğinin şahidiyim. Kültür Bakanlığı Çok Sesli Korosu’nun konseriydi. Yeni gelen genç bir şef yönetecekti. Konser başlamadan az önce elindeki kitapçığı açtı, baktı, ayağa kalktı, etrafındakilere elindeki program kitapçığını gösterdi ve Bu koro Türk bestecilerinin eserlerinden hiç söylemeyecek, ben gidiyorum dedi, yürüdü, dışarı çıktı.
Büyük Şef Hikmet Şimşek, gittiği ülkelerde yönettiği bütün senfoni orkestralarına en az bir Türk eseri çaldırtmıştır. Türk Beşleri adıyla bilinen bestecileri ve ikinci kuşak bestecilerimizi dünya bu sayede tanımıştır. Bugün Avrupada Türk piyanistleri ekmek yiyebiliyorsa, onun ektiği tohumlar sayesindedir.
Eğer Avrupa, sadece mezarlık şarkılarını repertuvarına alanlara konser şansı veriyorsa, bu durum onlar adına da, müzik adına da, gençlerimiz adına da üzücüdür. Klasik müzik sanatının sonu geliyor demektir. Kerem Operası’nda yaptıkları gibi, mezarlık sahnelerini öne çıkartan operalardan solo konserlere kadar, ruhsuz şarkılar bütün konser salonlarında hakimdir. Buyurun diyorlar, Kariyer yapacaksanız bununla…
Ankara Müzik Festivali’nin tanıtım broşüründe başında kipasıyla Yahudi müzisyenlere bakınız, olacak iş mi? (Yahudi genç müzisyenler de kipa takmaya mecbur ediliyor gibi.)
Yaşadığımız 3. büyük küresel savaşta Avrupada müzik yenik düştü. Artık Beethovenleri yok. İnsanlığa doğruluğa göğsünü aç korkmadan/ Neşee ile bağlı dostluk insanlığı yürütür diyen Neşeye Şarkı gibi koral senfonileri de yok artık.
Ankara Türk Ocağı Sahnesi’nde, Arda ile Elifin dün akşamki konserinde, Katolik Kilisesinin 2 Kasım Ölüleri Anma Günü şarkılarını dinledik. Şarkı sözlerini keşke elimize vermeselerdi, hiç olmazsa bilmeden dinlerdik.
Hele hele, bir konserin finalinde, bir babanın kucağında çocuğunun ölümünü anlatan, Azrailin (Peri Kralı) çocuğun canını alırken onunla konuşmalarından şarkı olur mu? Bu kadar uygunsuz final olabilir mi? Bu duyguyla mı insanlar konserden çıkartılır?
Böyle şarkılarla konser olmaz. Sahne, mezarlık değildir, kilise hiç değildir.
Genç müzisyenlerimiz çaresizdir. Avrupa onlara tek seçenek bırakıyor. Onların önünü feraha çıkartmak için acil durum alarmı veriliyor; müzik sanatı ölüyor!
Müzik sanatı ölürse, gençlerimiz mezarlıkta ölülere şarkı söyler.
Yazımı moralli bir sözle bitireyim. Sibiryada Yakut Türkleri birbiriyle karşılaştıkları zaman Mali davari, çoluk çocugi selametliko ro? diye hal hatır sorar. Kürtçesi de aynıdır.
Ben de Alman Başbakanı Angela Merkele sorayım: Avrupa ölüyor, mal-davar, çoluk-çocuk selamette misiniz, hero?
Selametle…
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.