Geçen gün parkta, bir bankta tek başına oturan yaşlı bir adam gördüm. Ellerine bakıyordu. Sanki yaşadıklarının ağırlığını ellerinde taşıyor gibi düşünceler içindeydi. Geçmiş yıllarına bakar gibiydi. Onu dikkatlice gözlemeye başladım. Bir süre sonra bakışlarını parkta oynayan çocuklara çevirdi. Çocuklar çimlerde top peşinde koşuyorlardı. Köpekler etrafta zıplıyorlardı. Aşıklar gün batımında birbirlerine yakın uzanmışlardı. Ebeveynler başka bir bankta çocuklarının yakınında toplanmışlardı. Güneş batıyordu. Ağaçlardan uzun gölgeler uzanıyordu. Huzur dolu bir gün batımıydı.
Yaşlılık genellikle korkulan, kaçınılan bir dönem olarak görülür. Oysa, ben yaşlılığı yaşamın özünün daha net görüldüğü bir evre olarak görüyorum. Gençlikteki hırsların, acelelerin, sabırsızlıkların yerini daha yavaş, daha sakin bir ritim alır. Bir yandan zamanın akışını kabullenen, diğer yandan küçük şeylerde anlam bulabilen yaşlı tanıdıklarınız olmuştur sanırım.
Bankta oturan yaşlı adam bana anneannemi hatırlattı. Aile toplantılarında herkesten daha fazla şey algılıyor gibiydi, uzun uzun uzaklara dalar, içinde olduğumuz zaman ve mekândan kopar, daha sonra sorulduğunda, başkalarının gözden kaçırdığı keskin küçük ayrıntıları ortaya koyardı. “Yaşadığımdan çok yaşadım ben” der gibiydi. Yaşamına ne çok şey sığdırmıştı. İçinde yaşadığı İzmir Yahudi toplumuna gönüllü hizmet etmekle yetinmemiş Çocuk Esirgeme Kurumu gibi kentte hizmet veren diğer yardım kurumlarına destek vermiş, adeta yaşamını sosyal hizmetlere adamıştı. İçinden geçtiği mekanları, tanıştığı kişileri, tecrübelerinin tüm ayrıntılarını aktarırdı. O anlatırken aile büyüklerim de ona adeta eşlik eder, pür dikkat anlatTıklarını dinlerlerdi.
Anneannen çok özel bir kişilikti. Son derece iyi kalpli, yardımsever, yetenekli ve sosyal bir kişilik. Çevresine ve ailesine ışık saçan bir insan. Yol alan, el veren bir kadın. Benim dünyamı şekillendiren ender kişilerdendi. Benim için bir ana tanrıçaydı. 20. yüzyılın hemen başında Turgutlu’da başlayıp çoğunlukla İzmir’de süren bir hayattın izlerini taşırdı.
İçinden sürekli iyilik fışkıran bir kadındı anneannem Raşel Saban. Yoksulları, kimsesizleri, düşkünleri gördüğünde bu duruma çareler aramaya çalışması, bütün insanları mutlu görmek istemesi, onun yüce gönüllülüğünü, erdemini, vicdanının ne denli güçlü olduğunun göstergesiydi.
İzmir’in Mezarlıkbaşı’nda çatısı akan, duvarları teneke kutularla yamanmış o derme çatma yoksullar ve yaşlılar evinde barınan, yarı aç yarı tok hayatta kalmaya çalışan insanları, perişan haldeki evi nasıl yaşanır hale getirdiğinin tanığıyım. İnanılmaz disiplinli bir çalışmayla yokluktan, yoksunluklardan el birliğiyle ve dayanışmayla pek çok güzellikler yarattığının tanığıyım. O yoksulluk ve sefalet yuvasını, yardım toplayarak, pek çok insanı ve yardım derneklerini organize ederek, temiz, düzgün ve insanca yaşanacak hale getirdiğinin tanığıyım.
Anneannemin evinde hep bir hareket vardı. Gelen, giden, telefonlar, misafirler eksik olmazdı. Herkesin her saatte rahatlıkla kapısını çalacağı bir evdi. Ve değişik tipte insanlar bulunurdu. Hahamından, Musevi cemaati başkanından, zengininden yoksulundan kendi kurmuş olduğu yoksullar evinin gönüllü kadın grubundan…Yoksullara gereken paranın sağlanması için kermes hazırlıkları, dikiş nakış günleri hep anneannemin evinde olurdu.
Yıllar geçtikçe o kadar çok deneyim yaşamıştı ki, gözünde şan, şöhret, para gibi dünyasal değerler bir anda önemini yitirmişti. Yaşlanmanın zerafetini sergiliyordu. Yaşanmış deneyimlerden kaynaklanan bir bilgelik kazanmıştı. Ölümünden sonra, aile büyüklerim onun bir azize olduğu fikrinde birleşmişlerdi.
Ben edebiyata yöneldiğimde, haliyle roman okumalarıma ağırlık verdim. İlk başlarda zorlandığımı itiraf etmeliyim. Konuları ve zaman çizelgelerini takip edemiyordum. Ama yavaş yavaş cümlelerin müziğini duymaya başladım. Bir cümlenin söylediğinden daha fazlasını ima edebilme şeklini anladım. Edebiyat okumalarım konuya odaklanmamı keskinleştirdi. Beni sabırlı yaptı. Çevremdeki dünyayı daha fazla fark etmeye başladım. Ayrıca bu eserleri okumanın bana sessiz ve yalnız olmayı öğrettiğini de söylemeliyim.
Sessizlik ve yalnızlık.
Her ikisi de beni sosyal medyanın gürültüsünden ve sonsuz haber döngüsünden uzaklaştırdı. Bana bir dinginlik kazandırdı.
Dinginlik ve iç huzuru bana yeni pencereler açtı. Dinginliği içime alarak, yavaşlayarak, etrafımı gözlemleyerek bir farkındalık kazanmıştım.
Parkta gördüğüm yaşlı adam, gölgeler onu kaplamadan önce bir kez başını salladı, çocuklara el salladı ve parktan uzaklaştı. O anda iç huzuru yaşıyor gibiydi. Anneannem yanında olsaydı, bankı paylaşırlar, yaşantılarından söz ederlerdi diye düşündüm. İkisi de çocukları, süzülen ışığı izler ve gün batımından büyük bir keyif alırlardı.
Yaşlılık, “her şeyin gelip geçici olduğunu bilme” bilgeliğidir. Bilgelik hayata farklı bir yumuşaklık ve hoşgörü katar. Bilgelik zarafeti de beraberinde getirir. Zarafet, yaşlılığın hem kırılganlığını hem de gücünü birlikte taşımasında gizlidir. Çizgilerle dolmuş bir yüz, artık yalnızca yaşlanmanın değil, bir ömrün izlerini taşıyan bir sanat eseri gibidir.
Yılların biriktirdiği tecrübeler, insana kolay kolay eskimeyen bir armağan bırakır: Bilgelik. Bu bilgelik, kitaplarda bulunmaz; yaşanmışlıkların, sevinçlerin ve acıların yoğurduğu bir özü taşır. Bir bakış, bir susuş, bir tebessüm bile yılların öğrettiklerini dile getirir. Gençliğin keskin sözleri zamanla yumuşar, yerini daha kapsayıcı bir sessizliğe bırakır. Ve insan anlar: Hayat, olduğu gibi kabullenildiğinde güzeldir.
İşte tam da bu noktada yaşlılık bir zarafete dönüşür. Çizgilerle örülmüş bir yüz, kırılganlığın değil; yaşamın dokuduğu bir haritanın ta kendisidir. Beden artık daha yavaş hareket eder belki, ama her hareketin içinde ağırbaşlı bir incelik vardır: zarafet.
Zarafet, yalnızca bedenin değil, ruhun taşıdığı bir ışıktır. O ışık, birikmiş yılların içinden süzülüp çıkar; tıpkı sonbahar güneşinin yapraklara vurduğunda ortaya çıkan derin tonlar gibi. Yaşlılık hayatın sonbaharıdır belki, ama doğanın en özgün renkleri o mevsimde açılır. Dinginlik, bilgelik ve zarafetle birleştiğinde, yaşlılık bir bitiş değil; hayatın en şiirsel evresine dönüşür.
Ben de parktaki adam ve anneannem gibi o dinginliği, o yaşlılığın getirmiş olduğu zarafeti yakalayabilirsem kendimi çok şanslı hissedeceğim. Sadece yaşlanmanın zarafetini taşımak hayatın bana kazandırdığı en büyük armağan olacak.