Kalbim Prag’da kaldı

Hayalimde hep üç şehir vardı gitmek istediğim; Viyana, Prag ve Budapeşte. 2015 yılında Viyana’yı doya doya gezdik, gazeteci dostumuz İsmail sayesinde. Sonra sıra geldi Prag’a. Yıllardır kamplarda çadır kuran bir gezgin olarak ilk kez hostel deneyimimi Prag’da yaşadım. Meydanları, caddeleri, sokakları tarih kokan bir kent; eski mi eski bir şehir…

Prag’a gitmeye karar verdim, otel fiyatlarını yokladım, oldukça pahalı geldi, ama hosteller o kadar ucuzdu ki! Kararsız kaldım, yaşamımda ilk kez hiç tanımadığım beş altı kişiyle birlikte aynı odada yatmak… Ayşe’den aldığım cesaretle ucuz bir kampanya kıstırıp Pegasus’tan gidiş/dönüş uçak biletimi aldım. Welcome Apartments and Hostel Prague’da yerimi ayırttım, tam dokuz günlük bir tatil planı yaptım.

Prag ile ilgili bolca yazı okudum, sırt çantamı hazırladım, sadece gerekli şeyleri yanıma aldım; tıraş takımı, birkaç iç çamaşır, tişört ve terlik. Ağırlık yapmasın diye fotoğraf makinemi bile almadım. Uçağın kalkmasını beklerken hostel işi kafamı kurcalıyordu ama ok yaydan çıkmıştı artık, geri dönüş yoktu… Önce İzmir’den İstanbul’a, oradan 2,5 saatlik bir uçuş sonrasında Prag Vaclav Havel havaalanına indim. Limanda az miktarda euro’yu Çekya Korunası’na çevirdim. Çünkü kent merkezinde bozdurmakla arasında öyle fark var ki, bunu daha öğrendiğim için oyuna gelmedim.

Havaalanında 100 euro 1800 koruna; kent merkezinde 2 bin 500 koruna. Varın hesabını siz yapın kazıklanmanın. 32 koruna ile 90 dakikalık bilet aldım, 119 numaralı otobüse bindim. Gitmek isteyenler aklında bulundursun, biletinizi otobüsteki makineye mutlaka okutun, çünkü ani denetimlerde para cezası, yanı sıra mahçup olmak var. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Nadrazi Veleslavin durağında indim, hemen yakınındaki metro istasyonundan kent merkezindeki Stare Mesto semtine ulaştım. Detaylı anlatıyorum ki, gitmek isteyenlere kılavuz olsun.

Taksilere dikkat!

Kalacağım otel ile indiğim istasyon arası yaklaşık 1,1 kilometre, yani rahatlıkla yürünebilecek mesafede. Telefonumun şarjı bittiği için navigasyonu kullanamayacaktım; bu yüzden taksiye atladım, adresi şoförün eline verdim, beş dakika sonra otelin önündeydim. Taksimetrede 30 koruna yazmasına karşın taksici ısrarla benden euro almak istedi, neymiş eurodan kendi paralarına çeviriyormuş, zor bela kurtardık paçayı. Hostelde altı yataklı bir odanın kapı girişindeki ilk yatak bana ayrılmış, hiç yadırgamadan yatağa attım kendimi, biraz dinlendim. Yatak dediğim baza. Altına eşyalarımı yerleştirdim, asma kilit ile kilitledim, attım hemen kendimi sokağa…

Prag’ın kalbi Old Town Sguare’de atıyor

Yani Türkçesi eski şehir. Binlerce insan bu meydanda toplanıyor, sanatçılar bu meydanda şarkı söylüyor; pandomim yapanlar bu meydanda, gösteri yapanlar bu meydanda. Rengarenk, yirmi dört saat yaşayan bir meydan burası, dünyanın bugüne kadar gelmiş geçmiş en eski meydanı. Meydan, Vaclav Meydanı ile Karl Köprüsü’nün arasında yer alıyor. 14. Yüzyıl’dan bu yana şehrin bu bölümünün ana kilisesi olan Tın Kilisesi dahil, mimarinin hemen hemen bütün örnekleri burada. En çok görmek istediğim tarihi saat bu meydanda, ancak ben göremedim. Geçtiğimiz yıl restorasyona girmiş, daha ne kadar süreceği belli bile değil. Eve dönünce Prag’da çekilen bir film izledim, saati ancak orada görebildim.

Kuşbakışı Prag

Prag’a gideceklere bir önerim olacak. Öncelikle mutlaka televizyon kulesine çıkın, kenti kuşbakışı bir izleyin, ondan sonra keşfe çıkın. Ben öyle yaptım. Raylı teleferik ile tepeye tırmandım, oradan yaklaşık otuz metre yüksekliğindeki kuleye çıktım ve şehre şöyle bir tepeden baktım.

Şehiriçi ulaşım

Gittiğim şehirlerde yürümeyi seviyorum, bir caddeden veya sokaktan pek çok kez geçtiğim bile oluyor. Bu gezide tam elli sekiz kilometre yürüdüm, yani ortalama günde on bin ila on dört bin adım yürüdüm. Sandalet giyme gafletinde bulunduğum için ayak parmaklarım su topladı, yaralar çıktı, hatta bir gün hiçbir yere çıkmadan yatakta yatmak zorunda kaldım. Ama sonra yine yürüdüm…

Prag’da araç, motosiklet ve hatta bisiklet kiralamaya gerek yok. Çünkü her yere yürünebiliyor. Eski meydan, kiliseler, sinagoglar hepsi aynı yol üzerinde, hepsi de sonunda birbirine bağlanıyor. Metro istasyonları, tramvaylar, otobüsler birbirine entegre, duraklarda hiç beklemek yok, iki üç dakika içinde binip kentte istediğiniz yere ulaşabiliyorsunuz. Meydanda çok sayıda Thai masajı yapan yer var. Benim gibi ayakları yürümekten yorgun düşmüşlere tavsiye ederim. Fiyatları biraz tuzlu olduğundan ben yaptıramadım. Öğle saatlerinde sıcak bunaltınca tramvaya biniyorum, kentin en uç noktalarına gidip o yaşamların içine karışıyorum. Tramvaylara vatandaşlar kedileriyle köpekleriyle biniyor. Köpekler o kadar alışmış ki, sahibi koltuğa oturuyor, köpek de hemen koltuğun altına kıvrılıyor. Ayrıca tramvay ve otobüslerde bedava wi-fi var.

Sanat sokakta

Her sokak şarkı söyleyen ya da gösteri yapan sanatçılar, onlarca da onları izleyen turist var. Gösteri bittiğinde hemen herkes cebindeki bozuk paraları şapkanın içine boca ediyor. İzleyenler mutlu, sanatçılar mutlu. Ama bizim ülkemizde bu anlayış yok. Geçtiğimiz günlerde Malatya Belediyesi zabıtasının müzisyenlere hiç de hoş olmayan tavrını görünce tüylerim diken diken oldu. Zabıta memuru, sokakta şarkı söyleyen beş yabancı turisti apar topar uzaklaştırdı ve şarkı söylemelerini engelledi. Hoş, İzmir’de de durum farklı değil. Metroda, tramvayda müzik yapıp şarkı söyleyen, belki de bu şekilde okul harçlığını çıkaran gençler yaka paça indiriliyor ya da susturuluyor. Bu grupların önünü kesmek için Büyükşehir Belediyesi’nin bulduğu çözüm ise manidar. Artık metroda, tramvayda halkı eğlendirmek için görevlendirilmiş bando takımı var. Üstelik bahşiş de kabul etmiyorlar!

Tüm kentlerde turizm zabıtaları olmalı. Ve bu zabıtalar sadece Prag’a götürülüp bir hafta bu işin nasıl yapıldığı gösterilmeli diye düşünüyorum.

Aç mı kaldım?

Prag’da yeme içme işine pek bulaşmadım. Oturup bir mekanda yemek yemedim ama aç da kalmadım. Üstelik fazlasıyla keyif aldım. Çoğunlukla ayaküstü karnımı doyurdum. Birayı üreticilerinin standından, hem de bolca içtim. Bizim biralardan o kadar farklı ki tadı, içmeye doyamıyor insan. Burada ağzıma bile koymam, ama meşe odunu isiyle pişirilmiş sosislerinin tadına doyamadım. Patates kızartması, parça etli patatesler, soslu makarnalar, hepsi de çok lezzetliydi. Bir jumbo bira otuz yedi koruna, bizim paramızla sekiz lira.

Hemen her meydanda stantlar kuruluyor, burada yerel tatlar ile buluşmak mümkün, birası, Çek ve Slovak kültüründen gelen Trdelnik. Hamurun üzeri pişerken tarçın ve şeker ile kaplanıyor, içine dondurma ve çikolata ekleniyor, ben tatlı hastası biri olduğum halde pek sevmedim. Cumartesi ve Pazar günleri stantlar bir anda yok oluyor ve tatil başlıyor. Onun yerine bazı park ve meydanlarda ikinci el pazarları kuruluyor. Buralarda açılan stantlarda, takıdan giysiye, kitaptan resme, eski uzunçalarlardan, kaşık ve çatal takımına kadar her türlü eşyayı bulmak mümkün.

Müze zengini bir kent

Prag, müze zengini bir kent, her sokakta karşınıza bir müze çıkıyor, hangisini gezeceğinizi şaşırıyorsunuz. Kafka Müzesi, Elma Müzesi, Sinema Müzesi, Komünizm Müzesi… Cüzdanınız kalınsa hepsini görün ama benim gibi hesaplı kitaplı geziyorsanız Kafka Müzesi’ne öncelik tanıyın derim. Ben öyle yaptım. Kafka’nın yaşadığı ev müze haline getirilmiş, kitaplarını bu evde yazmış. Evi gezip, on dakikalık videoyu da izledikten sonra kent mezarlığına gittim. Mezarlığın girişindeki görevli nereye ve kime gittiğimi sordu. Kafka’nın mezarını ziyaret etmek istediğimi söyledim. Onun tarifiyle kolayca mezarı buldum. Mezar dediğime bakmayın, külleri bir vazonun içinde… Mezarlık değil bir sanat galerisi sanki; mezarların yanında, üstünde heykeller, resimler ve gravürler… Mezarlıkta yarım saat kadar sanat galerisindeymişçesine dolaştım durdum.

Köprüler yaptırdım gelip geçmeye

Karluv Most (Charles Köprüsü) 1357 yılında inşa edilmiş, kentin en ünlü köprüsü. Günün her saati kalabalık, cıvıl cıvıl ama sabahın erken saatlerinde giderseniz ayrı bir tat alırsınız. Bu köprüden hemen her gün geçtim durdum. Vitava nehrinin üzerinde olduğu için bir dönem sık sık seller yaşamış, yıkılmış, yeniden yapılmış. 13 metre yüksekliğinde ve 516 metre uzunluğundaki köprünün üstü hiç boş kalmıyor. Prag Kalesi’ne yürürken bu köprüden geçiyorsunuz, kent merkezi Stare Mesto’ya giderken yine bu köprüden geçiyorsunuz. Köprü sanki yaşamları birbirine bağlıyor gibi… Köprü değil sanki bir sanat galerisi… Replika heykeller sanki yüzlerce yıl önce yapılmış gibi, birebir ve eskitilmiş. Her heykelin önü ana baba günü. İzleyenler, fotoğraf çekenler, çektirenler, heykellere dokunanlar, dua edenler. Hemen her milletten insan, derler ya yetmiş iki millet sanki burada buluşmuş gibi. Köprünün üzerinde gezerken, her dili duyuyorsunuz, Birleşmiş Milletler gibi… Ressamlar, karikatüristler, el sanatları satıcıları, müzisyenler, tam bir renk cümbüşü, her köşeden bir müzik sesi geliyor. Bir köşeden keman sesi, diğer köşeden akordeon sesi, bir başka köşeden saksafon sesi, her biri profesyonel, her biri muhteşem, dakikalarca başından ayrılamıyor insan.

Ve kenti bir baştan bir başa geçen nehirde yüzlerce ördek ve kuğu, peşlerinde de onlarca yavru dolaşıp duruyorlar, kanat çırpıyorlar, güneşleniyorlar, yaşamın tadını çıkarıyorlar. Kimsenin aklına mangalda ördek çevirme gelmiyor. Yıllar önce Milliyet Gazetesi’nde çalıştığım yıllarda, Basmane Dokuz Eylül Meydanı’ndaki havuza dönemin belediye başkanı çifter çifter ördekler koymuştu renk olsun diye. Belki de burada görmüştü. Ertesi sabah ördeklerden geriye sadece tüyleri kalmıştı, rakı veya şarap mezesi olmuşlardı…

Prag’da dokuz gün boyunca gezmediğim meydan, girmediğim cadde ve sokak kalmadı. Dokuz gün Prag için gerçekten çok fazla. Ama ben tatilimin tamamını burada geçirmedim. Atladım otobüse Karlovy Vary’e gittim, kentin sokaklarını arşınladım, o kentin yerel tatlarıyla buluştum, yerel biralarının tadına baktım. Ertesi gün atladım trene Kolin’e gittim, o kentin güzellikleriyle buluştum. Tadına vararak dokuz gün geçirdiğim bu tarihi şehirde restorasyon nedeniyle göremediğim astronomik saatte kaldı aklım.

1410 yılında inşa edilen saat, dünyanın en eski üçüncü saati ve çalışır durumda olan en eski saati olma özelliğini taşıyor. Saat ayın ve güneşin mevcut zaman dilimine göre dünya etrafındaki konumunu gösteriyor. 12 saat dilimiyle birlikte on iki burcun sembollerini de taşıyan astronomik saatin asıl adı ise Orloj. Önümüzdeki günlerde gitmeyi planladığım yer Budapeşte, eğer bir aksilik olmaz da gidersem, iki günümü Orloj saatine ayıracağım. Trene atlayacağım, yaklaşık 500 kilometre uzaklıktaki Prag’a tekrar gideceğim ve yarım günümü bu 608 yaşındaki tarihi saatin önünde buz gibi yerel birayı yudumlayarak, kadraj üzerindeki oyunları izleyerek geçireceğim.

































Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın