İzmirli olmanın dayanılmaz ağırlığı

Bu kentte geçtiğimiz yıllarda “İzmirli olmak” adı altında -benim de katıldığım- bir sempozyum düzenlenmişti. İzmirli olmanın ya da kentli olmanın ne olduğunu öğrenmekti herhalde ki amacımız böyle bir başlığa gerek görülmüştü. Demek ki bu konuyla ilgili bir sorun var. Acaba bu konu 3 – 5 yılda sempozyum düzenlenerek geçiştirilecek bir konu mudur? Yoksa bu duyarlılığın oluşturulması için üzerinde sürekli kafa yorulması; yaşama geçmesi için yerel yönetimin uygulamalarda bir şeyler mi yapması lazım?

Ben konu üzerine yaklaşık 30 yıldır aralıksız çalışan birisi olarak konuya yeteri kadar önem verilmediğini gözlemliyorum… Çünkü kentliler kentlerine dair bilgi üretemediği sürece aidiyet kurulamamış demektir.

Her şeyden önce kentlerin iradi olarak gelişen yerleşimler olduğunu kabul etmek gerekir. İzmir’in bu konuda iradi olmaktan çok rastlantısal yaşanan / kentleşen / değişen bir kent olduğunu düşünüyorum.

Geçtiğimiz günlerde Akdeniz Akademisi tarafından “Akdeniz Tarihi, Kültürü ve Siyaseti Sempozyumu” başlığında ve “Çoğulluğu ve farklılığı içeren bir birlik özlemi” alt başlığında düzenlenen sempozyumu birinci gününde izledim. Bir kez daha bu kent için özlemlerim ve beklentilerimin ne kadar boşuna olduğunu gözlemledim.

İzmir’in, kendisi hakkında bilgi üretemeyen, kendi kentsel değerlerini oluşturamayan ve kendiliğindenlik içine bırakılmış yalnız bir kent olduğunu bir kez daha gözlemledim.

Aslında gerek sempozyum bağlamında gerekse genel olarak söylenecek çok söz, yazılacak çok konu olduğunu düşünüyorum. Ama çok uzun olacağını düşündüğüm için kısa tutmak istiyorum. İsteyen olursa uzun uzun tartışılabilir de…

Bir kere hazırlanan sempozyum için çağrı çıkarılmamış, İzmir’de yaşayanlar olarak sempozyumu birkaç gün öncesi ancak duyduk. Ama bu sempozyumu düzenleyen kurumun şiarlarından birisi “demokratik yaşamı kurmak”tır!

Sempozyumu izlediğim süre içinde en çok “Akdeniz duyarlılığı” kavramını duydum. İzmir çalışan birisi olarak bu kavramın ne kadar afaki bir kavram olduğunu biliyorum / düşünüyorum.

İzmir özellikle Osmanlı Dönemi’nde Batılılar tarafından bilgi üretilen bir kent olmuştur. Zaten kentsel gelişimi de Batılıların arzuları doğrultusunda ve de kendiliğindenlik içinde olmuştur. Bu süreci özetleyen Batı düşüncesi şudur:

“Biz Hindistan’da hem ekonomiyi hem idareyi elimize aldığımız için büyük sıkıntı yaşadık. Ancak İzmir’de idareyi Türklere bırakarak ekonomiyi elimizde tutmayı yeğledik. Böyle olunca idareyi de dolaylı olarak kontrol altına almış olduk.”

Günümüzde dünyanın birçok yerinde İzmir üzerine araştırmalar yapılıyor ve tezler yayınlanıyor. 400 yıl boyunca üretilen bilgi, günümüzde geniş bağlamda yeniden üretiliyor. “İzmir bunu sadece seyrediyor” diyeceğim, ama onu bile yapamıyor, inanın!

Dünyanın öbür ucundan birisi kalkıp Köprülü Fazıl Ahmet Paşa Vakfiyesi üzerinden tez hazırlıyor ve Paşa’nın 17. Yüzyıl ikinci yarısında kentin hangi köşesine çeşme yaptırdığını sokak ve hane sahibi isimleri bazında çalışıyor!

Avrupa’nın ortasında bir araştırmacı, “Kozmopolitizmin Okulu: İzmir” başlıklı çalışma içinde olabiliyor.

Dünyanın bir başka ucundan bir kişi -tünel yapıldığı zaman aklımıza gelen- Damlacık ve Değirmentepe (bölgeyle ilgi yayınlanmış tek bir çalışma yoktur!) topografyası üzerine onlarca sayfalık bilimsel bir araştırma içine giriyor ama biz Akdenizli olma yolunda önümüzü görmüyoruz…

Dediğim gibi söylenecek çok şey var!

Gelelim “Akdeniz duyarlılığı”na… İzmir’in yıldızının parladığı Osmanlı Dönemi’nde Livorno, Marsilya, İskenderiye, Malta, Sakız, Beyrut, Napoli, Venedik gibi kentlerle yakın ticari ilişkileri olmuştur. Bu kentlerle kurulan ilişki İzmir’in ticari, kültürel ve siyasi şekillenmesinde belirleyicidir. Bunlar üzerine hiçbir üretiminiz olmayacak, ama siz içi boş bir “Akdenizlilik”ten yola çıkarak İzmir sempozyumu yapacaksınız.

Siz İzmir’in tarihsel coğrafyası üzerine hiçbir şey üretmeyeceksiniz ama Akdeniz’in tarihi coğrafyasını bir hedef olarak koyacaksınız!

İzmir’i İzmirli’ye anlatmanın yollarını aramadan / bulmadan İzmirli’ye Akdenizli olmayı öğreteceksiniz!

Elinizin altındaki kurumları dahi doğru dürüst yönetemeyeceksiniz, ama bir başka kurum üzerinden “Akdeniz duyarlılığı” üretmeye kalkacaksınız…

Dostlar, İzmir’de olmak bana dayanılmaz ağır geliyor…

Gelelim sempozyum bildirilerine… Tabii hepsi üzerinde durmak -yazı çok uzayacağı için- mümkün değil, ama birisi var ki bana çok çarpıcı geldiği için üzerinde duracağım.

Bildiri sunanlardan Prof. Dr. Viktor Azarya, Kudüs – İbrani Üniversitesi’nden geliyordu ve konusu Hayfa ile İzmir’i benzerlikler bakımından karşılaştırmaktı. Yaklaşık 25 dakikalık konuşmanın 10 dakikasında körfezler, dağlar, denizler, demografik yapı üzerinden bir şeyler söylendi… Ama geri kalan zamanda AKP eleştirisi vardı. 9 Eylül 1922 (yanlış olarak!) İzmir yangını vardı. İzmir’de Rum ve Ermeni mahallerinin kalmadığı vardı.

Konuşmacı, Hayfa kentinin önce bir Arap liman kenti olduğunu ve daha sonra Yahudiler tarafından iskân edildiğini söyledi. Şimdi Hayfa’da liman tarafında iki Arap mahallesi varmış. Ama İzmir’de Rum ve Ermeni mahalleleri kalmamış! Milli Mücadele sonunda işgalden kurtulan bir kentte vahamet daha büyük olmuş! Adamlar Araplar’ın elinden kentlerini almışlar! Türkler kentlerini Batı emperyalizminden ve onların piyonu olan işgalcilerden kurtarmışlar ama bu kentte yaşananların vahameti daha büyük olmuş!

Konuşma sonunda İzmir’in entelektüel dünyasından özlemle beklenen soru geldi:

Efendim Hayfa’nın portakalları ünlüdür. Acaba bu meyvenin Hayfa’nın ticaretine katkısı ne kadarmış,… gibi bir şey.

Cevap:

Efendim siz herhalde Hayfa ile Yafa’yı karıştırdınız…

Nedense bu satırları yazarken aklıma birdenbire “Sodom ve Gomore” canlanıverdi.

Daha ne yazayım ki…

Dostlar, İzmir’de olmak bana dayanılmaz ağır geliyor…

Related Images:

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın