Büyük şehirlerde yaşayan insanlar olarak mevsimleri doyasıya yaşayamıyoruz. Bir şeyleri sürekli geçiştiriyoruz. Daha doğrusu ıska geçiyoruz. Aslında bunu çok doğal bir şeymiş gibi yapıyoruz. Ne zaman ki şehrin dışına çıkıp, doğayla baş başa kalıyoruz, o zaman anlıyoruz ki geçen zamanda bir şeylerden mahrum kalıyoruz.
Yol boyu tarlalarda, bağlarda, bahçelerde, dere boylarında kavaklar, söğütler, meşeler, çınarlar, kiraz ağaçları, şeftali ağaçları hiçbir ressamın tuvale yansıtmaya başaramayacağı güzellikteki renk cümbüşüyle karşımızda. Bir ağacın yaprakları bu kadar mı güzel olur! Sarı, turuncu, kırmızı, bordo, mürdüm rengi, açık yeşil, turkuaz, koyu yeşil, ne ararsan var… Şehrin ve iş yaşamının stresinden kurtulmanın en iyi yolu bence, sonbaharda uzun bir yolculuğa çıkmaktır. Yolculuğun gündüz olması şartıyla tabii ki.
Güzel bir yolculuğun olmazsa olmaz şartlarından bir tanesi de havanın yağmurlu olması. Hani bir açıp, bir kapayan türden bir hava durumu. Böyle bir havada bulutların hareketi, bambaşka bir dünyaya alıp götürebiliyor insanı. Tıpkı Ankara dönüşü yaşadığımız doğa olayı gibi. Güneş bulutların arkasına gizlenir de, en ufak bir delik bulunca oradan ışınlarını yansıtır ya, işte öyle bir şey. Böyle bir durumda gökyüzünde renklerin cümbüşü başlar. Gri, açık mavi, kapalı mavi (çocuklar renklerde açığın zıttı olarak kapalıyı kullanır, benim de çok hoşuma gider), mor, eflatun, kızıl, turuncu, pembe… Daha aklınıza gelebilecek her türlü renk kombinasyonunu görmek mümkün. Böyle bir manzara karşısında gel de rehabilite olma…
Hele de yüksek kesimlerden geçerken, sadece uzak dağların tepesinde görebildiğin karları, yolun hemen kenarında görünce, gel de çocuklar gibi sevinme. Sevinmekle kalmayıp, arabayı uygun bir yerde durdurup gel de çocuklarla kar topu oynama.
Dört günlük Ankara gezisinden en çok hoşlandığım şeylerin başında yol boyu bu renk ziyafeti ise de, sözünü etmeden geçemeyeceğim bir diğer olay da Beypazarı gezisi oldu. Ankara’ya 100 kilometre mesafedeki bu şirin kasaba, bizim Şirince köyü tarzındaki ev mimarisiyle çok dikkat çekiyor. Bilinçli bir şekilde restore edilen evler, o kadar hoş ki, seyre doyum olmuyor. Turistik ilçenin halkı da çok bilinçli. Turizme yönelik pek çok ilginç ürün hazırlanmış, hediyelik seçmekte zorlanılmıyor. Fiyatlar da oldukça uygun. Alışverişten hoşlanmayan insanların bile oraya gidince bir-kaç şey satın almadan dönebileceğini sanmıyorum. Tarifleriyle birlikte satılan tarhanalar, kepekli-kepeksiz erişteler, peksimet benzeri Beypazarı kuruları, cevizli üzüm lokumları, erik ve vişne kuruları, pişmaniyeler, saray helvaları, cevizler, gül ve havuç reçelleri. Hele ki havuç üzerine çeşitlemeler saymakla bitmiyor: havuç reçelinin yanı sıra, soluklanmak için durup içebileceğiniz havuç suyu, tattırılmadan satılmayan havuç lokumu, fındıkla hazırlanmış havuç döneri. Daha neler neler.
El dokuma ürünlerini saymaya kalkarsam, yerim yetmez. Yemeniler, fularlar, renk renk desen desen. Takıların, incik boncuğun haddi hesabı yok.
Velhasıl, ben seyahat etmeyi, hele sonbahar mevsiminde doğada sağalmayı çok seviyorum.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.