Kış aylarında ise her akşam bir komşuda toplanılır; soba ya da mangalla ısıtılan büyük oturma odasında -o evlerin salonu olmazdı- çoğu vitamin ve enerji deposu taze ve kuru meyveler yenir, sohbet edilir, çeşitli oyunlar oynanırdı.
Dışarıdan bakıldığında, yüzlerce yıldır hiç değişmeden böyle sürüp gidiyormuş gibi görünen bu yaşam aslında, içten içe kıpır kıpırdı. Küçük ayrıntılar büyük çalkantılar yaratır, insanları günlerce meşgul ederdi. Aynı konuyu defalarca konuşmaktan bıkmazdı insanlar. İşte o kıpırtılardan birisi de radyoda okunan Vatan Cephesi listelerinde komşulardan birisinin, ölmüş babasının, annesinin, dedesinin ya da büyükannesinin adının geçmesiyle ortaya çıkardı. Günlerce konuşulurdu bu durum. Nedense, kadınlar ağlar, erkeklerin neşesi kaçar, suratları asılırdı. Biz çocuklar şaşkınlıkla izlerdik olanları ve konuşulanları ama hiçbir şey anlamazdık. Vatan Cephesi neydi? Oraya katılmak ne demekti? Ölmüş insanlar Vatan Cephesine nasıl katılıyorlardı? Ölmüş de olsalar, kendilerinden birileri buraya katılınca, insanlar neden bozuluyorlardı? Bu soruların yanıtlarını anlayabilmek biz çocuklar için olanaksızdı.
Kendi adıma, benim anlayamadığım bir şey daha vardı. Bazı konular, bazı sözcükler alçak sesle konuşulur, tartışılırdı. Bir adamın komünist ya da nurcu olduğu söylenirken, konuşanın sesi neredeyse fısıltı halini alırdı ve bu konular açıldığında, odadaki hava biz çocukların bile hissedeceği kadar yoğunlaşır; birisi hemen bir şaklabanlık yapar, konuyu değiştirirdi. Bir de, insanlar, bazı konulardaki düşüncelerini bazı insanların yanında hiç konuşmazlardı. Özel yaşamlarına ilişkin kimi konuları bile paylaşmaktan kaçınmadıkları insanlardan bazı konulardaki düşüncelerini neden gizlediklerini anlamazdım. Bunu babama, anneme defalarca sormama karşın aldığım yanıtları da anlayamamıştım. İnsanların sır olacak konuları paylaşıp, düşüncelerini gizlemelerini çocuk aklım almıyordu.
27 Mayıs 1960 gününün 27 Mayıs 1960 olduğunu kuşkusuz o gün bilmiyordum. Sekiz yaşında bir çocuğun, yaz tatilinin başlangıcı dışında, takvimle, günün tarihiyle ne kadar ilgisi olabilirdi ki!
İşte o 27 Mayıs 1960 sabahı, gün ışımıştı ama sabahın hayli erken bir saatinde komşumuzun radyosu gümbür gümbür çalıyordu. Bazıları yeni radyo aldıklarında böyle görgüsüzlükler yapıyorlardı ama o güne değin hiç kimse sabahın en erken saatinde radyosunu böyle açmamıştı. Radyomuz olmadığı için annem ne olup bittiğini anlamakta zorluk çekiyordu. Radyonun bu denli yüksek sesle çalınması bir görgüsüzlük ürünü müydü, yoksa olağanüstü bir şeyler mi oluyordu? Arada bir radyodaki marş kesiliyor ve bir erkek sesi duyuluyordu. Sesin ne dediğini anlayamıyordu annem. Biz iki kardeş -nedense- iyice anneme sokulmuş merakla yüzüne bakıyorduk. Anlayacağımız bir şeyler söylemesini bekliyorduk. Bu merak ve endişeli bekleyişle geçen zamanı yeterli bulmuş olacak ki, annem bir koşu, komşuya gidip döndü ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en dramatik olaylarından birisini bize açıkladı: İHTİLAL OLMUŞ!…
Hiçbir şey anlamamıştım. İhtilal de ne demekti? Doğrusu, annemin de konuyu bize açıklayacak bilgi birikimi yoktu o tarihte sanırım. 1960da Türkiye halkı ihtilaller ve darbeler konusunda henüz çok deneyimsizdi! Belki de o nedenle 27 Mayıs darbesi çok yaygın ve yanlış biçimde ihtilal olarak adlandırıldı.
Bir süre sonra amcam geldi. Sokağa çıkma yasağı olduğu için ancak izin alarak işe gitmekteyken bize uğramış. Bir ihtiyacımızın olup olmadığını sordu. İhtiyacımız yoktu; çünkü babam böyle bir gelişmeyi beklediği için olsa gerek un, şeker, makarna ve benzeri kuru yiyeceklerden bolca almıştı.
Darbeden birkaç gün sonra babam eve döndü ve o yazı geçirmek için Ankara üzerinden Samsuna gittik. Ankaraya girdiğimizde, kentte olağanüstü kalabalık vardı ve bütün araçlar bayrak takmıştı. Devriye askerler, bizim araca da bayrak taktırdılar. Bayraklarla donanmış kenti sevmiştim ama zorla bayrak taktırılmasını ve şoförümüzün bayrağı takarken homurdanmasını anlamamıştım.
Yaz sonunda Nazilliye dönmedik; önce Erzincana, sonra Malatyaya gittik. 27 Mayıs öncesinde İstanbul Beyazıt Meydanında polislerce öldürülen üniversite öğrencisi Turan Emeksiz hemşerileri olduğu için Malatyalılar arasında darbeden yana olanların sesi daha çok çıkıyordu. Artık evimizde radyo vardı ve radyoda her akşam bir yargılama programı dinleniyordu. Program süresince babam bizi konuşturmuyor, oynamamıza izin vermiyordu; çünkü Ankara Radyosunun cızırtılı yayını ancak böyle dinlenebiliyordu. Biz iki kardeş, SANIKLAR GETİRİLDİLER, BAĞLI OLMAYARAK YERLERİNE ALINDILAR diye başlayan programdan nefret ediyorduk. Bu programdan aklımda bir bu açılış cümlesi, bir de yargılananlardan birisinin soruları genellikle HATIRLAMIYORUM diye yanıtlaması kalmıştı. Bunun devrik başbakan Adnan Menderes olduğunu çok sonra, idam edildiği gün öğrendim.
Malatyadaki yaşamımız biz iki kardeş için çok ilginçti. Nazillide karı ancak havada gören biz, 1961 yılının Malatya kışında kar kalınlığı bir metreyi aşınca yürümeyi yeni öğrenen çocuklara benzemiştik. Aylarca kalkmayan kara karşın okullar bir gün bile tatil edilmemişti. Oysa her gün evimiz ile okul arasında, karla kaplı o yollarda kilometrelerce yürüyorduk. Karla altındaki Malatyada sosyal yaşam Nazillidekinden farklı değildi. Burada da komşular akşamları bir araya geliyor, yeniliyor, içiliyor, sohbet ediliyordu. İkramlardaki kuru incirin ve üzüm pestilinin yerini kuru kayısı ve kayısı pestili almıştı. Bir de sohbet konuları değişmişti burada. Radyodaki yargılama programında olan bitenler ve anayasa konuşuluyordu daha çok. Anayasanın ne olduğunu bilmiyordum ama önemli bir şey olduğu izlenimi edinmiştim; çünkü babam çok önemsiyordu. Buradaki sohbet akşamlarında bir önemli fark daha vardı. Hiçbir konu fısıltıyla konuşulmuyordu. Kimse konuşmaktan korkmuyordu. Ya buradaki insanlar daha cesur ya da darbe bu sonucu doğurmuştu. Kış bitti, yaz geldi anayasa tartışmaları her yere yayıldı. Yazın ortasında halk oylaması yapıldı. Oylamanın sonucu açıklandığında, bir türlü anlamadığım HAYIRda hayır vardır tekerlemesini söyleyenler çok üzüldüler.
Babamın Malatyada işleri bitmiş, Nazilliye dönüyorduk. Malatyadan Ankaraya gelmiş, havaalanında İzmir uçağına çağırılmayı bekliyorduk. Babam elinde bir gazeteyle yanımıza geldi. Yüzü sapsarıydı. Anneme, ASMIŞLAR dedi. Bir gün önce de başka iki kişi asılmıştı. Yine ne oldu? Kimi asmışlar? dediğimde, babam, Eski başbakanı diye yanıt verdi.
Bunların kimler olduğunu ve suçlarının ne olduğunu sorduğumda babam, aylarca dinlediği o radyo programını anımsatarak, soruları Hatırlamıyorum diye yanıtlayan kişinin o gün asılan Adnan Menderes olduğunu söyledi. Babam çok üzgün görünüyordu
* * *
27 Mayıs 1960 darbesi, yapıldığı tarihten beri tartışılmaktadır. Hem darbe ile devrilen iktidar ve hem de darbe yanlılarının görüş, analiz ve düşünceleri herkesçe biliniyor. 8-9 yaşında bir küçük çocuğun belleğinde kalanlar ekseninde bakıldığında olayın nasıl görüleceğini doğrusu merak ediyordum. Bir başbakan ve iki bakanın yaşamına son veren; getirdiği yeni anayasanın giriş bölümüne, meşruiyetini yitirmiş bir iktidara karşı yapıldığı notunu düşerek kendisine meşruiyet kazandırmaya çalışan darbecilerin bu çabasının, kimsenin yanında, arkasında, önünde, altında, üstünde olmayan o çocuk için hiçbir anlamı olmadığı görülüyor. Onun için önemli olan darbenin meşruiyeti değil çünkü.
Yaşama bütünüyle nesnel bakabilen bir çocuk için önemli olanın;
Ölülerin bile katıldığı (!) Vatan Cephesi diye bir şeyin varlığı ve buraya insanların rızası dışında yazılması;
İnsanların bazı konuları konuşmaktan korkmaları; sırlarını paylaştıkları insanlara düşüncelerini açıklamaktan çekinmeleri;
Darbe beklentisiyle evde yiyecek stoku yapılması;
Bir şeylerin insanlara zorla yaptırılması, insanların tepkilerini ancak homurdanarak göstermeleri;
Bir darbe sonucu başbakan ve iki bakanın asılması
olduğu görülüyor.
O çocuk sonraki yıllar içinde 27 Mayıs hakkında çok daha fazla bilgi edindi, darbecileri tanıdı; 27 Mayıstan çok daha değişik nitelikte başka darbeler de gördü. Aradan 50 yıl geçtikten sonra da, 8-9 yaşındaki çocuğun gözlemleri bütün değerlendirmelerden daha nesnel ve bu nedenle daha değerli sanırım.
27 Mayıs darbesi ne getirdi, ne götürdü? Bunların ne kadarı kalıcı oldu? Çocuk nesnelliğiyle baktığımızda, getirdiği anayasa ve 20 kez kutlanan Hürriyet ve Anayasa Bayramı dahi anımsanmayan bir darbeden geriye anıların ötesinde bir şey kalmadığını görüyoruz.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.