Yaşama sarılmak

Her yılbaşı hayatın akıp gittiğini hissederim. Bana şöyle bir değip geçtiğini, beni ıskaladığını duyumsarım. Tuhaf duygular sarar içimi. Bir tedirginlik. Bir hüzün. Kendimi kocaman bir odada kaybolmuş, küçücük, savunmasız, yapayalnız kalmış gibi duyumsarım. Ama yine de, her şeye rağmen, tüm varlığımla, yeni gelen yıla karşı konulmaz bir heyecan içinde bulurum kendimi. Ani bir coşku bana kendini zorla kabul ettirir. Düşlenecek tüm güzellikler için, tüm bilmediğim başarılar için, henüz tasarlanmamış eylemlerin adına, sevgi ve mutluluk adına, paylaşılacak dostluklar adına… Yaşama sıkı sıkıya sarılmak adına. Yaşamın evrensel yüceliği ve sınırsız cömertliğini yaşamak adına yaşama sarılırım…

Dün akşam tuttuğum notlara bir göz attım. Zaman zaman neler karaladığıma bakmak heyecanlandırıyor beni. Tam bir günce de denmese de, kendimce önemli bulduğum yazarların önemli sözlerini veya kendi içimdeki sessizlikleri kâğıda dökmek, hayatımın en ufak duygularını kaydetmek rahatlatıcı oluyor. Meğer bu defterimi elime almayalı ne uzun zaman olmuş! Bir yıl içinde sanki uzun bir inzivada yaşamış gibi hissettim. Issız bir göl gibi, boş bembeyaz sayfalar arasında durgunlaştım. Oysa elimin altından hiç eksik etmiyordum bu defterimi. Genelde öyle oluyor, bir şeyi bir gün bırakıverdiniz mi arkası geliyor. Neyse çok şükür artık ihmal etmemeye söz verdim, keyifle okumaya giriştim. Böyle notlar almak hem beni dinlendiriyor, hem de düşünmeye sevk ediyor. Tüm düşüncelerim hepsi bir anda boşalıveriyor, bir kova devrilmiş, tüm yeryüzüne yayılmış gibi…

Kalemimle birlikte kendime doğru bir pozisyonla koltuğa kaykıldım, arkama yaslanarak kıpırtısızlığın o koca pelerinine sarıldım. Farklı bir ruhla yeniden okuduğum o sayfaların arasında gezinmek bana kendime farklı bir gözle görmemi sağlar; ruhumun unutulmuş yumağını çözmeye çalıştım. Yazdıklarımı ağır ağır, sakin kafayla, parça parça okumaya başladım. Bir süre Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ında gezindim. Bakın tembellik hakkında neler söylemiş;

“Ah keşke hiçbir şey yapamadan oturma sebebim tembellik olsaydı! Tanrım, o zaman kendime nasıl da saygı duyardım! Tembel olmayı başarabildiğim için, en azından kendimde inandığım pozitif bir niteliğim olduğu için saygı duyardım. ‘Kim bu adam?’ diye sorsalar benim için cevap ‘Tembelin biri’ olurdu. Benim hakkımda böyle söylendiğini duymak büyük bir zevktir. Hiç olmazsa benim için söylenecek bir söz, bir tanımlama bulunmuş olurdu. (…) ‘Tembelin biri!’ bu bir unvan, bir meslektir beyler, meslek! Şakaya gelmez, öyledir. (…) dünyada barış içinde yaşar, itibarlı ölürdüm. Ne hoş, ne güzel bir şey! Şöyle kocaman bir göbeğim kat, kat gerdanım. Kıpkırmızı bir burnum olurdu. Beni gören herkes; ‘Şuna bir bakın hele! Olunca böylesi olur!’ derdi.”

Sonra karşıma Franz Kafka’dan kısa bir fabl çıktı:

“Ah” dedi fare, “dünya her gün daralıyor. Önce öyle genişti ki korku veriyordu bana, yürüdüm daha, uzakta sağda solda duvarlar görünce mutluluk duydum hani, ama bu uzun duvarlar öyle hızlı yaklaştı ki bir birine, işte son odadayım şimdi artık, köşede de, içinde yürüyeceğim kapan duruyor”. “Yürüdüğüm yönü değiştir, olsun bitsin” dedi kedi, yedi onu.

Sırf bu metin üzerine sekiz kitap yazılmış. Kafka uzmanları epey kafa yormuşlar. Fare insanın alın yazısı veya alın yazısı içindeki çıkmazı, gibi yorumlar yapılmış. “Köşe”, “kapan”, “duvar”, “kedi”, “fare”den birçok anlam çıkarabileceğimiz için herkes kendince yorum yapabiliyor.

Cesare Pavese’den bir alıntı:

“İnsan olabilmek bambaşka bir olgu. Şans, cesaret istek gerektiren bir olgu, özellikle dünyada başka hiç kimse yokmuş bibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren bir olgu…”

Geçmişin akışına göz atarken kendimi anlamaya çalışıyorum. Nasıl olmuş da, şimdi olduğum kişiye doğru ilerleyebilmişim? Bir zamanlar kendimi görmeyi başaramamışken, şimdi nasıl oluyor da görüyorum? Soruların hepsi birbirine karışıyor, kendimi bulamadığım, kendi yollarımda kaybolduğum bir labirente dönüşüyor. Bütün hayatım, anılarım, düşlerim ve nihayet kişiliğim- her şey benden kaçıyor, her şey buharlaşıyor. Düşlerim, düşüncelerim, güçsüzlüğüm, sorgulamalarım zaman zaman bedenimden sıyrılıp şımarık bir çocuğun kahkahası ile seyrediyor beni. O pek keyifli. Benim beceremediğimi o başarıyor. Her gülüşünde olduğu gibi yanaklarında iki gamze oluşuyor. O gizli gamzelerinin ona yakıştığını ne de iyi biliyor.

Saat çok geç olmalı. Ellerim yanı başımdaki gece lambasına uzanıyor. Düğmeğe basıyorum. Gözlerim ışıktan kırpılıyor. Yarı açık, yarı kapalı gözlerimin ardından saate bakıyorum. Saat 03.02’yi gösteriyor. Saatin sesi güven veriyor bana. O ne de güzel almış başını gidiyor. Onun bu pürüzsüz işleyişini kıskanıyorum. Zamanı kıskanıyorum. Akışını, usanmadan, aksamadan, usul, usul akışını… Kaygan zaman parçaları yan yana diziliyor, üst üste yığılıyor, her biri ötekinden çeşitli uzaklıklara sıçrıyor. Dünler, bugünler, yarınlar… Mayıslar, Martlar, Eylüller… Yazlar, kışlar, sonbaharlar… Gün doğumları, gün batımları, acılar ve sevinçler, geceler ve yine sabahlar…

Bir yılın tüm günleri gibi, yaşamın tüm yıllarını, anlarını ötekilerin arasından çekip alan, ona bir ayrıcalık katanın kendim olduğunu bu yaşımda anlayabiliyorum. Tek tek tüm anların sorumluluğunu omuzlarımızda taşıyoruz; iyi ve kötü ayrımı yapılmaksızın hepsi de bize sunulmuş. Her an büyük bir an olmaya aday. Bir gülümseme, bir dokunuş, bir söz, bir bakış yerine göre büyük olabiliyor, dünyanın tüm acılarını ve sevinçlerini kendi içinde barındırabiliyor. Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Yaşamak şakaya gelmez… Büyük bir ciddiyetle alacaksın yaşamayı… Yani bütün işin gücün yaşamak olacak”.

Her şeye rağmen umutla girerim yeni yıla. Hepimize hoş gelsin yeni yıl.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın