Gül Sokak’ta Şair Eşref Bulvarı’ndan içeriye doğru yirmi adım ya var ya yok. İşte orası bizim mahallenin manavı. Ev kadınlarının önemli bir rengi. Ne ararsan var. Seç seçebildiğince. Avokadosu, Çin marulu, Brüksel lahanası, brokolisi, mangosu, kivisi, Amasya elması, Deveci armudu, Ankara armudu, ananası, kokulu çekirdekli mandalinası, kehribar sarısı üzümleri, dibinde balı ışıyan mor incirleri ve daha neler neler… Artık iyice çeşitlendi manavlar. Renkli kâğıtların üzerinde sergilendikleri için olduklarından daha renkli görünen meyvelerle dolu tezgâhlar; kırmızımsı mor ve kıpkırmızı kâğıt şeritlerin üzerinde duran portakallar…

Oysa bundan kırk yıl evvel yaz meyvesi ile kış sebzesi ayrı olurdu. Zaten o yıllarda sebze, meyve şimdiki gibi miydi? Seracılığın ilk yıllarıydı. Erken sebze, meyve yetiştiriciliği, pek çok yerde bilinmiyordu bile. O yüzden de, turfanda diye bir olay vardı. Özel olarak titizlikle, bin bir özenle yetiştirilmiş olduklarından, bakmayı doyumlu bir zevke dönüştürürlerdi. Bahar erikle birlikte gelirdi. Önce manav tezgâhlarında görülür, giderek bollaşır, bazı yörelerde yenidünya denilen malta eriği de ona eşlik ederdi. Eriğe doyulmadan kiraz çıkar, kirazın bollaşmasıyla birlikte artık yaz gelmiş olurdu. Bahardan yaza geçilirken çarşı içindeki büyük manavlarda turfanda sebzeler boy gösterirdi. Her sebzenin neredeyse her mevsimde bulunur olduğu günümüzün insanına artık bir şey ifade etmeyen turfanda, o yıllarda gelmekte olan mevsimin sevinçli bir habercisiydi. Ah o sonsuz ağustos günleri. Ağaçlarda çınçın böceklerinin uğuldayan sesleri, incecik yarılıp çatlayan bardacıkların iç bayıltıcı sütlü kokusu?
Gitti.

Gitti, getir götür işlerine bakan çocuk. Bugün gitti. Dediklerine göre köyüne dönmüş, bir daha da gelmeyecekmiş. Benim yaşamımın ayrılmaz bir parçası olarak görürdüm onu. Patates, soğan, elma, armut, portakal torbaları arasında sohbet etmekten de geri kalmazdım onunla. Ağrılı’ydı. Geçen yaz, memleketine tatile giderken onunla şakalaşmış, “Bana gelirken ne getireceksin?” diye takılmıştım. Sessiz bir gülümseyişle başını öğe eğmiş, bana karşılık vermekten çekinmişti. “Sizin oranın Ağrı Dağı meşhurdur” demiştim ona. “Her sene dağcılar Ağrı Dağı’na tırmanmak için yarışırlar. Sen bana sizin Ağrı Dağı’nı getir. Getir de görelim heybetini” diyerek şakalaştığımı nasıl unuturum? İnsanın içini titreten gözlerle bakışını nasıl unuturum! İçinin en temiz, en saf, en masum duygularıyla, dudaklarındaki o belli belirsiz gülümsemesini? Yalnızca bana bakmakla yetinmişti. Belki yanıtı içinden veriyordu, ya da var gücüyle haykırmak istiyordu; ya da yüksek sesle ağlamak? Bir çıkışsızlık ortamı içinde, sessizce yaşadığı özlemlerini düşündüm. Parçalanan umutlarını, altüst olmuş düşlerini? Yanan gözleri hâlâ yüreğimde. Onun da ağlamamayı başardığını görebiliyorum.
Bundan yirmi yıl öncesinde oluşan iç göçlerle, büyük kentler etkilendiler. Tabii ki İzmir de… Hayvancılık ve tarım çökünce göç Doğu’da da yaygınlaştı. Kentlerimiz gitgide kimliklerini yitirmeye başladılar. Yağmur çamur demeden otoban kenarlarında yalın ayak mendil satan çocuklar! Ya da gecekondunun balçıkla sıvanmış kapı eşiğinde, kuru bir somon parçasını kemiren biçare yavrular! Dilenci çetelerin hizmetinde, el açan çocuklar. Yoksulluk ve cehaletin pençesinde kıvranan çocuklar, hepsi çıplak bir çığlık gibidir. İnsanın yüreği nasıl da yanar! Yoksulluğun, sahipsizliğin o kocaman merdiveninden çıkan sokak çocukları! O koyu karanlıklardan çıkabilmek, bir aydınlığı arama çabaları içinde, yaşamlarının sığ, çıkışsız koşullarının kapanında yapayalnızdırlar.
Bu görüntüler, küresel krizle işsizliğin her geçen gün arttığı, halkın giderek yoksullaştığı, ülke yaşamının bir parçasıdırlar. Her insan kendi şehrinin başlı başına bir dünyasıdır. Çevremizdeki nesneler, düşlerimizdeki imgeler, anımsadığımız görüntüler hem bize hem de yaşadığımız kente ait değil midir? Bir şehri yaşamak, o şehri hissetmekle başlamaz mı? Gülten Akın bir şiirinde, “Ölümün ve göçün dokunmadığı tek nesne var mıdır / Ölüm yok eder göç değiştirir kendisi kalamaz kimse” diye göç olgusuna değinir.
Ortak bir hayat sürmenin en iyi kanıtlarıdır, böyle ilişkiler. Böyle anlarda kent, içinde yaşadığımız insani mekân dolayısıyla yalnız bizim değil o alanın içine giren herkesin de mekânı olur. Onlarla biz biraz daha biz oluruz. Çünkü bize aittirler. Bugün köyüne giden, adını bile bilmediğim o çocuk, benim için sadece getir götür işlerine bakan bir ayakçıydı. Gözle görülebilir, insani bir varlık olarak, hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Tuhaf şey, o çocuk, ben oluyorum birden; onun sesi, acısı, umudu bana dönüyor. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak eskisi gibi değilim.
Çocuk gitti.
Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa… Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde de sona erer.
Bugün gidenin yokluğu yüzünden titredi içim. Bir ah! Koyu karanlık çöktü üzerime, bir hüzün öylesine!.. Hayatımız tanıdıklarımız, tanımış olduklarımız ve tanıyacaklarımızla alabildiğine büyüyor, alabildiğine genişliyor. Daha kim bilir, neler, kimler girecek!
Çocuk gitti.
Gitmek, ne korkunç bir sözcük.
Vedalaşmak, gitmek, bırakmak, terk etmek, ayrılmak?
Related Images:
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.