“İyi bayramlar…
?Çocukken yaşadığım bayram günleri hiç aklımdan çıkmaz. Yatağımın başucunda bayramlık gıcır gıcır rugan ayakkabılarım, elbisem… Nasıl da heyecanla erkenden giyinir süslenir, ailece bayramlaşmak için, babamın bayram namazından eve dönmesini beklerdik. Babaannemin güzel bir duası ile başlayan ?neşeli bayram soframızdan sonra eş, dost, akraba, misafir kabulleriniz, ziyaretlerimiz, el öpmelerimiz. Bir bardak soğuk su ile gümüş hokkada ikram edilen, mis kokulu turunç ruloları veya zümrüt renkli incir reçel taneleri… Ve heyecanla beklediğim bayram harçlıkları… Kimini kumbaraya atar, kimini de nasıl zevkle harcardım. Belki Sütsan, belki çiklet, belki bir balık oltası, belki de bayram yerinde kurulan büyük tahta salıncağa yavaş yavaş keyfini çıkara çıkara…”
Kuşkusuz eski bayramlar diye ifade ettiğimiz özlemin temelinde bir sosyallik arzusu yatıyor. Sosyallikten söz ederken insanlar arasında kurulan bağı ifade etmek istiyorum. Bayramların bir işlevi de bu sosyalliği artırması. Komşuluk, akrabalık ilişkisinin gelişmesine katkı sağlaması. Bayramlaşma, sürekli gördüğünüz bir kişiyi bile sırf bayram diye bir kez daha evini ziyaret etmektir. Bu ilişkilerin kaybolmasının nedenlerinden biri de modernleşme ve globalleşme. Globalleşme, dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Küçük yerde insanın kıymeti vardır. Biri öldüğü zaman, günlerce evin kapısı açıktır. Yemek getirir, acınızı paylaşırlar. Bayramlar daha canlı geçer. Eskidendi Ayşe Teyzelerin çapraz komşusu Nuri Beylerin bayramlaştığı günler. Şimdi ne Ayşe Teyze var, ne de çapraz komşusu Nuri Bey. Ayşe Hanımlar ucuz tur bulmuşlar. Kapadokyadalar. Şimdi sitelerde, yüzlerce dairelik bloklarda kimse kimseyi tanımıyor.
Aslına bakarsanız çağ hızla değişiyor. Elbette küreselleşen çağa ayak uyduran insanlar da. Bugün zorlu bir iş hayatı var. Bu sebeple bağlar tek tek kopmaya başlıyor. Kişinin kendisine ve ailesine ayıracağı zaman azaldı; yoğun iş ortamı, geçim kaygısı ile insanlar ancak bayram tatilleri ile bu ağır çalışma koşullarına bir mola verebiliyorlar. Başta İstanbul olmak üzere, büyük kentlerin hemen tümü arife öncesi boşaldı. Gazetelerde, ekranlarda bayram kaçkını yurttaşların trafik izdihamını görüyorsunuz. Betona kesen kentlerden kıyılara akın var. Bulabilirlerse bir ağaca sığınmak, doğa ile iç içe olmak veya başka kültürleri, ülkeleri tanımak için insanlar bu tatil günlerinden yararlanıyorlar. İlerleyen teknoloji ve değişen toplum yapısıyla geleneksel bayram kültürü de farklı bir boyut kazanmış durumda.
Gerçek olansa değişim. Değişime karşı durmak olanaksız. At arabalarında bayram gezintisinin çocuklar için bir keyif olduğunu, kayık salıncaklarla çevrili lunaparkları, şeker macunu, şeker helvası satan esnafı nasıl tanımlayacağız şimdinin harika çocuklarına? O çocuklar ki bilgisayarla doğdular, İnternet’le, iPhone’la büyüyorlar. Eskiden bayramdı, şimdi sadece tatil. Değişen yalnız tatil şeklimiz mi? Teknolojinin, sosyal medyanın hayatımıza hızla girmesiyle karşılıklı ilişkiler ve kutlamalar sanal âleme düştü artık. Telefona yazılan sıradan bir kafiyeli bayram mesajı ve gönderilen toplu mesajlar insanın modern çağda bayramlaşma görevini yerine getiriyor. Eskiden özene bezene hazırlanan el yazınızla, imzanızla gönderdiğiniz tebrik faslı çoktan tarih oldu.
Oysa bayramları bayram yapan insanların birlikteliğidir. Bayram, incelik ve güzellik günüdür. Kaybettiklerimizi kazanmanın en uygun zamanıdır. Komşum Aysel Abla’ya göre bayramı bayram yapan insan. Gençliğinin bayramlarını şöyle anlatıyor:
“Eskiden sabah 8’de demliği ocağa koyardım. O demlik akşama kadar yenilenir durur ama hiç aşağı inmezdi. 8 litrelik tencerelerle sarma sarardık. O kadar misafirimiz olurdu. Eşim camiye gidince ben de tencereyi ateşe koyardım. Bayramlarda hiç yalnız kalmazdık, birbirimize destek olurduk.”
Şöyle tavsiyede bulunuyor:
“Tek başına olanın bayramı da olmaz. Akrabası olmayan komşusuna gitsin. Onu bulamayan arkadaşına gitsin. Ama mutlaka bayramda birileriyle bir araya gelmeli insan. Yoksa o bayram bayram olmaz.”
İnsana sevinç veren bayramlaşmanın amacının değer vermek, kıymet bilmek, hatır sormak, kapı çalmak olduğunu dair hepimiz hemfikiriz. İşin aslı şu olsa gerek; ölen eski bayramlar değil aslında; eski duyarlılıklar… Belki de özlediğimiz, aradığımız, aslında çocukluğumuzdur. Üzerimizde hakkı olan o güzel ve güzide günler.
Marcel Proust, “Kayıp Zamanın İzinde” adlı yapıtında geçmişi belleğin istem dışı devinimiyle yeniden kurar ve bu yolla geçmişe sahip çıkmaya çalışır. Geçmişi diriltmenin, ona sığınmanın, onunla bütünleşmenin peşindedir. Bir yazar olarak geçmişin büyüsüne tutulmuştu Proust. Romanlarında işlediği en önemli konu geçmişi dondurmak, bellekteki yerini unutmamak onu yeniden ele geçirmek, onu yeniden biçimlendirmek, onu bir çeşit oyuncağa dönüştürmekti.
Geçmiş hemen herkes için özlenen ülkedir, yitik cennettir. Bellek çoğu devinimini çocukluktan alır. Pek çok yazar önünde ya da sonunda oraya iner, imgeyi oradan diriltir, sözü oradan başlatır. Acı tatlı anıların çoğu orada tutuludur, tecrübelerin en gizlisi orada saklıdır.
“Kayıp zaman” kavramı derin bir acı ve geniş boşluk içinde sunulur. Boşluğun veya kırılmanın aşılması için “kayıp zamanı” yeniden bulmak ve doldurmak arzusundadır. Bizler de “nerede o eski bayramlar” derken geçmiş zamanı üzüntü ile sevinç arasında yâd ederken Proust’un “kayıp zaman”ından söz etmiş oluruz. “Kayıp zaman” insanın yası veya şöleni midir? Veya “kayıp zaman” insanın kendini bulması ve kaybetmesi midir? Tüm bu soruların içinden çıkmanın zorluğu karşısında, kesin olan tek şey var: bellek uzun bir yolculuktur.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.