Çeşme’nin varlığı benim için bir anının yansımasıdır. Çeşme bende sık sık böyle bir etki yaratır; beni hayallerime gönderir, gerçeklikten uzaklaşmamı ya da onu başka imgelerle karıştırmama neden olur; beni hiç bırakmaz. Neşeli bir şarkı gibi peşimdedir. Onun görüntüsü aklıma kazınmıştır çünkü. Bu görüntüden kurtulmak istesem de boşuna bir çabadır bu. Başaramam. Çünkü artık o içime yerleşmiş, yaşantımın bir parçası olmuştur.
Sizi kendinizden geçirecek, odağınızdan koparacak, eksen çizginizden ayrılıp, merkezinizden kaçıp savrulacağınız yerdir yazları Çeşme. Uzayıp giden özlemlerin, sevincin ve tutkunun yeridir. Kaçak düşlerin yakalanmaya çalışıldığı bir tatil beldesidir. Tembellik midir Çeşme’de yaşam?
Benim için yazları Çeşme’ye gitmek kutsal bir mekâna gitmek gibi ya da bir ayin gibi. Hayatıma iyice yerleşmiş, kazınmış bir şey. Çeşme beni büyüler, kandırır, kollarına alarak yatıştırır. Beni yaşama davet eder. Yakamı bırakmaz, kafamdan silip atamam onu; saplantı halinle gelene, beni delirten dek peşimdedir. Beni kendine bağlamış, beni savunmasız bırakmıştır. Tıpkı bir sevgili gibi.
Plajda çocuğuna seslenen anne, itişip oynaşan bebeler, voleybol oynayan gençten iki kız, darı satan delikanlı…
Ufak ufak dalgalar gelip dağılıyor ayaklarımın dibine. Tek tek seçiyorum denizdeki her şeyi. Taşları, istiridye kabuklarını, deniz kestanelerini… Çeşme’de çiçeklere, kuşların kanatlarındaki bin bir renge vuruldum. Doğayı sevmeyi, renklerin büyülü dünyasını ben burada keşfettim.
Sözün özü Çeşme’de her şey olağandışıdır. Elle avuca sığmayan bir yerdir. Düşlerin, renklerin ve yaşamın gülen yüzüdür. Yaramaz bir çocuğun uçarılığını barındırır içinde. Sürprizlere gebe çılgın bir dünyadır. Bu haliyle heyecanın özsuyudur. Her an sizi şaşırtan, heyecanla dolu, dopdolu, deli dolu bir yerdir.
Yukarıda okuduklarınızı 21 Eylül 2010’da Çeşme’den ayrılırken yazmışım. Dosyalarım arasında gezinirken buldum bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Yazının içeriği Çeşme’ye övgü gibi bir anlamı açık bir şekilde kendini hissettiriyor. Oysa bu günkü hislerim maalesef değişti. Geçen yedi sene boyunca Çeşme’de yaşadığımız değişiklikler beni bu yazıyı tekrar ele almama neden oldu. Şöyle ki,
Bilirsiniz her okuduğumuz bilgi, her duyduğumuz haber güzel kapılar açmıyor, kimi bilgiler de açtığın kapının karanlık tarafını gösterebiliyor bize. O zaman da kendini korumayı, dikkatli olmayı öğreniyoruz. İşte bu haberlerden biri: 2016 Aralık ayında bir haberle irkildik. Panama bayraklı bir geminin Çeşme Ildırı’da karaya oturduğunu ve 75 ton fuel-oil’in denize döküldüğünü bildiriyordu haber. Daha sonraki günlerde bilimsel, yayılmayı önleyici hiç bir önlem alınmadığını, oldukça geç kalınarak temizlenmeye çalışıldığını okurken bir kez daha irkiliyorduk. Derken yaz mevsimi geldi, sıcaklar bastırdı, halk denize attı kendini, atmasıyla zifte bulanınca durumun ciddiyetini koruduğu ortaya çıktı. Türkiye’nin ilk akredite laboratuarına sahip DEÜ Mühendislik Fakültesi’nde yapılan incelemelere göre Prof. Dr. Küçükgül’den şöyle bir açıklama geldi:
“Size bir örnek vereyim: Ilıca Plajı (Sheraton Otel) önünden alınan numune üniversite laboratuarında analiz edildi. Ham petrol ve türevleri miktarı 1,495 mg/L çıktı. Oysa sınır değer 0,003 mg/L’dir. Yani sınır değerin binlerce katı fazla. Aynı numunede fenol miktarı 0.27 mg/L olarak ölçülmüştür. Bu maddenin sınır değeri de 0,001 mg/L’dir. Karar sizlerindir.”
Ayrıca Prof. Dr. Küçükgül, DEÜ Deniz Bilimleri ve Teknoloji Enstitüsü laboratuarlarında bölgeden alınan örneklerde sınır değerlerin 300-500 katına varan değerler tespit edildiğini açıkladı. Kaza Ildırı’da olmasına rağmen Paşalimanı ve Ilıca’da ciddi boyutta kirlilik olduğunu bildiriyor ve temizlenmesinin yıllarca süreceğini.
Çeşme’nin problemi denizin kirliliği ile de bitmiyor. Kanalizasyon yetersiz.
Voltaj o kadar düşüyor ki, tüm elektrikli aletler arızalanıyor. Çöp topla işlemi o kadar sınırlı ki, her taraf çöplük, çöp konteynerleri yetersiz, plajlar çöplük içinde. Hal böyle olunca Çeşme sivrisinek cenneti olmaya aday oluyor. 24 saat prizde ilaç takılı, Off kullansanız da, limon yağı kullansanız da sonuç her yeriniz sivrisineklerden yara bere içinde. Öyle sivri ısırığı falan değil, sanki büyük bir zehirli böcek her tarafınızı ısırmış gibi. Internet hizmetine gelince, o da çok yavaş. Meyve sebze fiyatları almış başını gidiyor. Sadece tüketime dayalı, sömürü ekonomisi.
Bu gibi olumsuzluklar, içinde oluştukları toplumsal ortamları yansıttıkları için, onların geçmişteki varlıklarının gelecekteki tanıklarıdır aynı zamanda. Bizler mekânlarla bütünleşir, onlarla yaşarız. Bir zamanlar Çeşme’de yaşarken ne mutluyduk. Uçsuz bucaksız sandığımız bahçelerde koşar, oyunlarla coşardık. Aradan yıllar geçti, yıllar geçti. Biz büyüdük, bahçeler küçüldü, oyunlar uzaklarda kaldı.
İstemiyoruz çoğumuz bu çarka girmeyi aslında, ama sanki korkunç kalabalık bir çevre yolunda, beşinci vitese takmış gidiyoruz topluca ve vites küçültemiyoruz. Tüm bunlara sebep Çeşme’nin kaldıracağı nüfus 50 bin iken yaz aylarında 500 bin kişinin sayfiye yeri olarak Çeşme’yi seçmesi. Çeşme’nin sunduğu denizi, iklimi ve rüzgârı düşünüldüğünde bundan doğal ne olabilir ki!
Çeşme bizlerin gençliğinde güzeldi, o saf haliyle. Gerçi otobanınız yoktu, İzmir’e dönüş çileydi. Her şey, herkesin anlayacağı kadar açık bir işaretti: sessizlik ve kaldırımların ıssızlığı hâkimdi her yere. Çeşme plajlarının ve özellikle Ilıca plajının en önemli özelliklerinden birinin kıyıdan denize doğru yaklaşık yüz metrelik bir şeridin insan boyunu geçmeyecek derinlikte olması diye üzerine bu bilgiyi basa basa ve ses tonumu yükselterek ekleyeceğim. Hepsini bir bir saymalıyım… Rüzgâr her yerde eser ama deniz kıyısındaki rüzgâr bambaşkadır. Alaçatı’nın en güzel özelliği, rüzgârın soldan, yani meltem olarak esmesi ve şiddetli rüzgârda dahi düzenli dalgaların oluşmasıdır. Akıntının da rüzgâr ile aynı yönde olması sörf yapanlara kolaylık sağlar. Meltem, Lodos, Poyraz ve Gerence rüzgârlarının yıl boyunca esmesi bu bölgeyi dünyanın en gözde sörf merkezi konumuna getirmiştir.
Son yıllarda Çeşme demek Alaçatı demekle eş değer oldu. Herkes Alaçatı’ya gitmek, Alaçatı’da olmak, sokaklarında yürümek istiyordu. Alaçatı Kırevimiz, Köşe Kahvemiz, Taş Otelimiz, Tuvalimiz… Birkaç butik otel, bakkalı, köy kahvesi, pazarı, köylülerin dükkânları ile büyülü bir âlemdi. Butik otelleri, evleri, sokakları ile bambaşka, parmakla gösterilecek bir yerdi. Bu gün ise gelinen noktada İstanbul’dan transfer olan kebapçılar, markalar, dükkânlarla o güzelim Alaçatı’nın yerel dokusu değişti; Alaçatı koca bir açık AVM’ye dönüştü. Şangur şungur, tıkır tıkır bir gürültü, kısa bir sezonda kiraların yüksekliği, hoyratça verilen ruhsatlarla adeta küçücük cüssesini aşan, betonlaşan bir Alaçatı ile karşı karşıyayız.
Bir zamanların sessiz, şirin sokakları şimdi şantiye alanına dönüşmüş. Park etmiş arabalardan boş kalan yerleri de inşaat malzemeleri, inşaat demirleri, taş levhalar ve kum yığınları- doldurmuş. Görüntü kirliliği buradaki gayrimenkulün artan değeriyle pek uyumlu değil. Eski Ilıca evlerinin çoğu yıkılmış yerlerine lüks villalar, siteler inşa edilmiş. Çeşme’nin bu gün aldığı bu durum nedense beni üzüyor. Sebebini ben de tam bilmiyorum. Eski ve daha sakin zamanlara duyduğum özlem belki.
Bana göre yaşam, doğrudan insan varlığıyla değil bu varlığın doğayla bütünleşmiş göstergeleri üzerine kuruludur. Dolayısıyla doğadan soyutlanmış bir yaşam söz konusu olamaz. İnsan doğayı biçimlendirir, ama bu süreç içinde kendisi de doğa tarafından biçimlendirilir. Bu karşılıklı dönüşüm ve etkileşim bizim yaşantılarımızın ana eksenini oluşturur. Çeşme gibi bir tatil beldesine sahip çıkmak, yaşamı içeren, soluk alıp veren yüce bir etkinlik, büyük bir enerji, bir duyarlılıktır. Bu beldenin milli varlığımızdaki payı ve değeri de küçümsenmeyecek bir oran teşkil ediyor. Bu bakımdan onun yapısını ve düzenini hep önemsemişimdir.
Aklımdan bir düşünce geçti birden: Benim torunlarım geçmişte Çeşme’de neler yaşandığını bilecekler mi? Bilen biri çıkacak mı? Öğrenmek isteyen? Yoksa bunlar yok olup gidecek mi? Bir parçamın böyle yaşamış olduğunu. Bu düşünce aklıma takıldı ve o günün geri kalanını kendi geleceğime biraz uzak bakmak için gereken mesafeyi sağladı bana.
“Sayfiyeye neden geliyoruz?” diye soruyorum kendime. “Huzura, dinlenmeye, sağlığımızı kazanmaya, temiz hava almaya” gibi başlıyorum sıralamaya. “Sayfiyeye neden geliyoruz?” müthiş bir soru aslında. O kadar ayrıntı ile boğuluyoruz ki, ana fikri unuttuk biz. Her birimizin kendine sorması gereken soru bu. Kendinize bir liste yapın, “Sayfiyede amacım nedir?” diye.
Sizi bilmem ama benim aklıma sık sık arabayı kenara çekip, doğaya doğru yürümek geliyor.
Bu toplumsal çılgınlığın tek ilacı, bana göre “doğa”. Yani zihnimdeki kaosu tek yatıştıracak şey benim için o. Mesela doğada gün batımında yürümek. Mesela, yemyeşil bir vadide, şırıl şırıl akan suyun sesini dinlemek. O zaman işte, düşüncelerimin üstündeki bulutlar dağılıveriyor. Sakin, huzurlu ve verimli düşünebiliyorum. Kime niye kızdığımı, kimi niye sevdiğimi, kendimle kavgamı nasıl çözeceğimi, serin serin süzgeçten geçirebiliyorum.
Bir başkadır yaz mevsimi. Özeldir, herkesin beklediği bir mevsimdir.
Rahatlama, ferahlama, kendine biraz vakit ayırma dönemidir yaz mevsimi. “Tatile çıkmalıyız”, “Eğlenmeliyiz”, “İyi vakit geçirmeliyiz, “Dinlenmeliyiz” ile başlayan iyi niyetli cümlelerle başlayan…
Geri geri çekilip resme bir uzaktan bakın bence. Niye geldiniz sayfiyeye?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.