Mesaisini bitirip işinden çıkmıştı Helin. Uzun süren kardan kıştan sonra, birdenbire geldi sanki bahar, havada çiçek kokuları, kuş cıvıltıları. Yürüyerek eve gitmek… Harika! Ama pervasızca yoldan çıkıp, hızla üzerine gelen bir motorsikletlinin baharı, yeşili, ağacı, kır çiçeklerini, kuş cıvıltılarını, renkleri, güneşi ve onun yaşamını topyekün yeryüzünden söküp yerin yedi kat dibine kör karanlıklara sürükledi. Dersim dağlarına baharda kar yağıyor şimdi. Onunla birlikte koskoca bir mülteci yaşam hikayesi defteri daha kapandı.
Sıradan bir trafik kazası gibi. Ama değil!
İki gün önce. O iki gün önceki günden yedi gün önce, o günden üç gün sonra, beş gün önce, altı ay sonra, geçen yıl aynı tarihte… bugün ve her gün bir değil onlarca, yüzlerce “kişi” ölüp gitmekte, diyorsunuz ama öyle değil işte! Gözünü kan bürümüş ölüm tüccarlarının pervasızlığı ile sönen ocaklar, nesilden nesile yaşayan atalarının anılarıyla dolu evler, şehirler yerin yedi kat dibine gömülürken bir macera, korku, savaş filmi gibi izliyorsanız olup bitenleri, iş öyle değil!
Her allahın günü televizyonlardaki haberlerde görüyorsunuz bu türden acılarla yanan kavrulan ülkelerin, şehirlerin insanlarını… Acılar, sanal salınımlarla, internet medyasından, arkadaşlarımızın Facebook sayfalarından yayınlanıyor, en genelinden en mahrem görüntüsüne kadar!
Çok üzüldüğünüzü sandığınız acı kayıplardan söz ediyorum. Haksız, yersiz, zamansız, kahredici, olmaması gereken, sanki istesek önleyebileceğimiz türden ölümlerden sözediyorum. Savaştan, terörden, vandalizmden, adaletsiz ,orantısız güç gösterme durumlarından, faşizan anti demokratik hunharca saldırılardan kaynaklanan… Gözümüzün önündeki, burnumuzun dibindeki acılardan…
Biraz düşünsek utanacağımız, kendimizi sorumlu tutacağımız ölümlerden söz ediyorum. Televizyondan seyirlik acılara bakıp oturduğumuz yerden itirazlarla, “başkasının acısına” üzülmelerle yakamızı kurtaramayacağımız türden bir kahrolma ile yanabiliyor mu yüreğimiz…
Başın sağolsun demeye dilimizin varamadığı, sabırlar dilerim demenin faydasız olduğu, acısını anladığımızı, paylaştığımızı ifade etmeye çabaladığımızda ağzımızın içinde yavanlaşan sözlerimizden, sanaldan yazılı mesajlarımızla klişeleşen hallerimizden söz ediyorum.
Herhangi teselli edici bir sözü dillendirmekten aciz kaldığınız, yüreğinizi kavuran, acı bir kayıpla kavruldu mu içiniz yakın zamanda? Ama kendi yakınınız olan biri için değil. Bir başkasının, ötekinin acısıyla yüreğinin en derininden yaralanmak, yanmak, tutuşmak, kavrulmak, çaresiz kalmak… Susmak! İçi yangın yeriyken, en derin saygıyla susmak, çakılıp kalmak acıdan!
Helin. Bir gurbetçi kızıydı. Siyasi bir babanın kızı. Helin acı dolu çocukluk ülkesinin sınırlarından çok uzaklarda okudu, doktor oldu. Sınır tanımayan doktorlara katıldı. Her milletten çok sayıda mültecinin, gurbetçinin derdine derman ararken, memleketinden çok uzaklarda geldi ölüm, Baltık denizinin kucağındaki şehirde vurdu onu!
Helin’i düşünün. Henüz ilk adımını atmayı, ilk sözcüğünü söylemeye başladığından itibaren çektiği “yok”ların acısını. Bir çocuktu, babası hep “yok”tu!
Baba yok, ülke yok, huzur yok, güven yok! Yokluklar içinde gitti Helin! O nedenle acısı çok koyuyor insana!
Ya baba! Babayı düşünün, kucağına alıp, güzel saçlarını okşayamadan, ona “yok”ların, çektiği acıların nedenini anlatamadan evladının büyüyüverdiğini… Anlatacak şeylerin üzerine zaman yeni yeni dertler, kayıplar ekleye dururken, yoklar büyür de büyür mültecilikte.
Mülteci anne, baba olmanın ne demek olduğunu, mülteci çocuğu duygusunu, mülteci evlerindeki hayatları, “yok”ların nedenlerini kim anlatacak, kim dinleyecek, kime ne lazım? Çocuklar, çocuklarımız… Bütün yeryüzü çocukları için “evinde” ülkesinde, ailesiyle birlikte mutlu, güvenli yaşam hakkı benim derdim!
Bir başkasının hikayesini merak etmediyseniz, ötekinin acısıyla yüreğiniz gerçekten hiç kavrulmadıysa ben ne anlatabilirim ki? Belki gözbebeğine henüz söylenecek en güzel şeyi bile söyleyemeden, onu kaybetmiş olan insanın acısını ben size nasıl anlatayım?
Fazla söze gerek yok. Ötekinin acısını kendininki gibi hissettiğinde hak ve adalet istemek “Hayır” diyebilmek inadını ve kararlığını gerektirir. Bu kararlılıktır, bu bilinçli yürektir acıları sona erdirecek olan!
Kemal Burkay kızı Helin için 1974 yılında yazdığı şiiri anlamak, bir ülkeyi, bir davayı anlamaya yeterde artar aslında.!
HÊLÎN
O doğduğu gün ben dağ köylerindeydim
O altı aylıkken hapisteydim
Döndüğümde unutmuştu beni
Üç yaşındayken süngüler arasında buluştuk
Bana ve jandarma amcalara bisküvit vermek istedi
O altı yaşındayken sıkıyönetim çaldı kapımızı
Bir yıl Ankara, İstanbul, Diyarbakır arasında dolaştım
Mapushaneye görmeye gelişinde
Eve dönmüyorum diye küstü benden
Ve o yedi yaşındayken
Kaçtım ondan ve ülkemden
O şimdi sekiz yaşındadır
Nedenini bilemez ayrılıkların ,
Acısını bilir
Ve onun için bütün bu olup bitenler…
Bir oyuncağın kırılışına benzer…

Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.