Saçlarımı avuçlayıp yukarı doğru çekiştirmeye başladım. Elimde kalan bir tutam saç, beynimi saran ağdan kurtarılmış bir parça gibi geldi bana. “Saçlarımı yolmaya devam etsem mi?” diye düşünürken aklıma başka bir fikir geldi. Makası kaptım banyoya koştum…
Terasa çıkıp önce tepeden şöyle bir baktım İzmir’e… Çocukken ilk kopan dişimizi dilek tutup kiremitlere savururduk ya, işte öyle, bir dilek tutum, beynimin kıvrımları arasından söküp aldığım onca kirli şeyle birlikte, avuçlarımdaki saçlarımı savuruverdim İzmir semalarına… Körfez’in masmavi suları köpük köpüktü. Sanki Körfez’in soğuk sularında yıkanıp çıkmışım gibi ürperdi bedenim, üşüdü saçsız kel başım.
İliklerime kadar işleyen Şubat soğuğuna aldırmadan volta atmaya başladım terasta. Beynimi saran örümcek ağından, her kıvrımına sızmış olan lime lime o kirli şeylerden kurtulmuş, hafiflemişti başım ya, kuş gibi hafiflediğimi hissediyorum. Tatlı serin bir rüzgarla ciğerlerime akın eden taptaze oksijenle birlikte, ben de damarlarımla bütün bedenimi dolaşıp kafamın içine doğru esiyorum. Ağır bir örtüyü üzerinden atmış olan beynimin odacıklarının kapılarını aralıyorum birer birer. Hafızamda taptaze, pırıl pırıl, aydınlıklarından bir şey kaybetmemiş anılarla selamlaşıyorum:
Balıkesir tren istasyonu…
Bir koşuşturma, herkeste ani bir hareketlenme, çığlık çığlığa, eller havada, acı sirenleriyle birlikte hemen hareket etmiş, istasyonu bir anda geride bırakmakta olan treni yakalamak, durdurmak isteyen öfkeli, küfürlü bağırışmalar… Nedeni? İzmir Basmane’den kalkmış İstanbul’a gitmekte olan trenden “buz gibi badem salatalık” almaya inmiş, ufak tefek, çelimsiz haliyle çocuk yaşta görünen bir genç kadın treni kaçırmakta! Aniden kalkışa geçen trenin peşinden hüngür hüngür ağlayarak, kucağında bir kese kağıdı dolusu saltalıkla koşmakta… Birlikte yolcululuğa çıktıkları genç adamın trenin basamaklarından uzattığı eli yakalaması için “Koş, atla, koş, atla”, “Tut elimi, yaparsın” diye yakaran çığlıkları, trenin pencerelerinden olayı şaşkınlıkla izleyenlerin bağırışmaları…
Ankara Emniyeti içinde kurulmuş, ünlü işkence birimi DAL (Derinliğine Araştırma Laboratuvarı) İzmir için bir liste çıkarmış: İzmir’deki odalar, gençlik, kadın örgütleri, sendikalar meslek odaları, demokratik kitle örgütleri başkanları tutuklanacak! “Otobüsle gitme, çünkü şehir çıkışlarına karakollar kurulmuş. Bu listeler ellerinde, trenle git” deniliyor. Beni İstanbul’a götürüp yerleştirecek kişi de yanımda. Ama gel gör ki, istasyondaki seyyar satıcı tezgahında buzların arasında soyulmuş ah o badem salatalıklar…
Üzerimde hanım hanımcık, japone kollu, incecik bir elbise; mevsim Ağustos çünkü. Bir elimde sımsıkı tuttuğum minicik çıtçıtlı para çantası. Küçük valiz trende. Diğer elimde hala unutup sımsıkı tuttuğum bir kese kağıdı dolusu salatalık… Salatalıkları trendekilerden gazete isteyen çocuklardan birinin eline tutuşturmayı akıl ettiğim anda, çarçabuk zihnimde bir dolu senaryolar yazıyorum. Gözyaşlarım kendiliğinden sel gibi akıyor. Rüyada gibi gözyaşlarımın arasından seyrediyorum kendimi ve etrafımda olup bitenleri. Bu arada bağırışmalara gelen bir polis memuru kolumdan nazikçe tutup, “Ağlama bacım, bir çaresine bakarız” diyerek beni istasyon dışındaki yoldan geçen otobüslerin durdurulduğu seyyar karakol noktasına doğru sürüklüyor. Otobüsler sıra sıra bekliyor, yolcuların kimlikleri toplanmış, masada kontrolde. “Amirim” diyor kolumdan tutan memur, şar şar ağlamakta ama bir yandan da hemencecik yazdığı senaryoyu oynamaya başlayan beni göstererek, “Bu bacımız, az önceki treni kaçırmış. Eşyası, kimliği, neyi varsa, ağabeyi ile trende gitmiş komiserim… İstanbul’a kardeşinin düğününe giderken” diyerek açıklamaya çalışırken, elindeki kimlik destesini en öndeki İstanbul otobüs şöförüne vermekte olan komiser “Hadi bakalım, al bu hanım kızı yetiştir öbür tren istasyonuna, marş marş!” diye sertçe şoföre emreder!
Şoför önde ben peşinde, koşar adımlarla otobüse biniyoruz. Bir dünya olayın kısacık bir anda arka arkaya dizilmesi önceden tasarlanmış bir film fragmanı gibi akıp gidiyor. Şoförün arkasındaki ikinci sırada oturan orta yaşlı, eşarplı, pardesülü kadının yanındaki boş koltuğa oturuyorum hemen. Otobüs hızla yol alıyor. Az önce Balıkesir İstasyonu’ndan kalkmış İstanbul’a doğru yol alan treni yakalayacağız. Yoldan biraz uzakta, ovanın içinde gözükür tren istasyonu. Şoför, “Tren şimdi gelir. Sen burda in çabuk bacım!” diyerek emrivaki, aceleci bir sesle, durdurduğu otobüsün kapısını açar. Ama ben ağızım burnum, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı, korkuyla “Ya tren geçtiyse, ya durmazsa… Ben ne yaparım buralarda?” diyerek inmeyi ret ediyorum. Otobüstekiler, “Yazık ya, görmüyor musun kızcağızın halini? İnsaf kardeşim… Sen götürmüyorsan biz verelim parasını.. İnsanlık öldü mü?” diye bağırışır… Şoför söylene söylene kapatır kapıyı, öfkeyle basar gaza…
Elimde olmaksızın akan gözyaşları ve ağlama krizi imdadıma yetişiyor bir bakıma. Çünkü bu ağlama, meraklı soruları olanlarla arama koruyucu bir mesafe koyarak bu arada düşünmeye ve senaryomu yazmama zaman kazandırıyor. Yanında oturan kadıncağızın anlattığı kendi hikayesi ile yavaş yavaş sakinleşiyorum. Onu dinlerken zihnimde yazdığım senaryo doğrultusunda kendimden söz ediyorum. İstanbul’a gidiş nedenim, kardeşimin düğünü… Eşimin işi nedeniyle gelemediği için ağabeyim ile gitmekte olduğum, ama evlenecek kardeşimin evini de sadece ağabeyimin bildiği… Valizimin, giysilerimin, dolayısıyla kimliğimin, neyim varsa hepsinin trende ağabeyimin yanında kaldığı…
Eminönü…
Otobüsten indiğimizde saat yedi olmuştu. Yoldaşımın gelmiş, beni beklemekte olduğunu düşünerek acele iniyorum, bir tur atıyorum vapur iskelesinin Sirkeci tarafına. Allah allah yok. Bir tur daha… Yolculardan kimse kalmadı ortalıkta. Panikteyim, bizimki yok görünürde. İki saat sonra sokağa çıkma yasağı başlayacak. Sıkıyönetim var. Heyecandan tir tir titremeğe başlıyorum. Yanında oturduğum yaşlı kadın kalmış en sona… Aslında yaşlı da sayılmaz, kendim 26’yım ya, 40 yaşındakini yaşlı sanıyorum. Ayağı da sakat yazık, kalça çıkığı.. Valizini ve bir teneke yağını alıyor muavinden. Bana vedalaşıp gitmek isterken koluna yapışıyorum, “Beni burada bırakma, gelmemiş” diyerek. Kadın şaşkın, sıkıyönetim, polis, jandarma, anarşist, konu komşu, bey, çocuklar, ne derim, telaşında. Tir tir titreyen kızdan, “Polise git, ne yapacan başka?” diyerek endişe ile kurtulmaya çalışıyor. Kız zangır zangır üşümekten takırdayan dişlerinin arasından, “Ben yarın bulurum evi, sizde kalsam bu gece…” diyerek şansını zorlamakta.
Hava serin, İzmir gibi değil. Kadın çantasından bir ceket çıkarıp koyuyor omuzlarına kızın. Kafasından geçen binbir endişe ve korkudan alın çizgileri çoğalıyor kadının yüzünde. Kısa bir süre göz göze bakışıyoruz… “Hadi bakalım, Allah yardımcımız olsun” diyor kadın. Rahat bir soluk alıp yapışıyorum kadının elindeki beş kiloluk yağ tenekesine. Hay Allah! Bir omuzum yerde! Bir oyana bir bu yana topallayan kadının yanında, elimdeki ağırlıktan benim de bedenim kaymış vaziyette. Kadınla aynı tempoda yan yana yalpalaya koşarcasına minibüse yetişiyoruz. Yol aldıktan epeyce sonra askeri faşist cuntaya karşı direnişleriyle, polis baskınlarının, çatışmaların en yoğun olduğunu duyduğumuz ünlü gecekondu semti Gaziosmanpaşa’ya gitmekte olduğumuzu fark ediyorum. Talihe bak! Çaresizim, ama yapacak başka bir şey yok, polisin eline düşmedim, sokakta kalmadım ya şimdilik, buna da şükür…
Minibüsten tozlu topraklı bir yolun başında iniyoruz. İki taraflı eciş bücüş evler, insanlar paslı Vita tenekelerinden sarkan binbir renk çiçekler arasından sesleniyor, “Hoşgeldin komşu, misafir de getirmişsin, hoşgeldiniz hoş geldiniz”… Başı ile selamlıyor kadın, yetişebildiğini kısaca, kesik kesik soluklanarak, “Bacımın eltisi, düğüne geldi de… Gidecek yarın” diye yanıtlıyor. Yanıbaşındayım ya, onlara duyurmadan, alçacıktan da dualar ediyor bir yandan, bu söylediği gerçekleşsin diye. Mini minnacık, alçak çatılı girişi birkaç basamak tahta merdivenli kerpiç gecekondu evden iki küçük çocuk fırlayıp kadının bacaklarına sarılıyor sevinçle.
Yasemin, gül kokulu çiçeklerin arasından merdivenleri çıkıp tavanı basık, iki divandan mütevelli, düşük ampullü loş odaya giriyoruz. İçerde üstündeki tulumu, hafif yağ ve mazot kokusundan tepeden tırnağa fabrika iççisi olduğu belli, ufak tefek adam, kadının kocası karşılıyor bizi… Bir benim, bir eşinin yüzüne bakıp, telaşsız ama merakla hoşgeldiniz, diyor. Kocaman nasırlı elleriyle elimizdeki yükleri alıp gerideki mutfağa yöneliyor. Arkasından kadın… Çocuklar benim çevremde utangaç utangaç gülüp kim olduğumu öğrenmek için sorular soruyorlar. Oğlan altı yaşlarında, kız sekiz gibi. Anne mutfağa çağırıyor kızı, eline sofra bezi veriyor. Çarçabuk sofra kuruluyor yere, tarhana çorbası, köy peyniri, zeytin, yufka… Yemekten sonra çayımızı yudumlarken adam usul usul saygıyla, “De bakalım bacım derdini, nasıl yardımcı oluruz?” cümlesinden hikayemi anlatmamı değil, sadece nasıl bir yardım istediğimi soruyor! Şaşırıyorum. Böyle sorulunca oyun bitiyor tabii, kendim oluyorum. Balıkesir İstasyonunda treni kaçırdığım anda devreye giren sanal kimlikten saatlerce sonra, şimdi gerçeğe dönüyor beynim. Bir iki yer söz konusu edilmişti laf arasında; Aksaray, Gaziantepli bakkal! “Kardeşim teyzemin yanında, Aksaray’da oturuyor. Ama ben ilk defa gidiyordum ağabeyimle. Adresi bilmiyorum” diyorum. Birdenbire aklıma yoldaşımın sesi geliyor; hayal meyal hatırladığım, “Aksaray’a inince, Gaziantepli’den filan şeyleri alıp yukarı çıkacağız” diye bir şeyden söz ediyordu trendeki muhabbette! “Gaziantepli bakkalının üstünde oturduklarını duymuştum” diyorum. Adam, “Tamam, yarın Pazar nasıl olsa, ben fabrikaya gitmiyorum, hanımla birlikte sabah eken çıkar gideriz Aksaray’a. Büyük yer ama, kısmet! Merak etme, bir bakalım hele, sen rahat uyu bu gece dinlen bacım” deyip kapı, pencere önündeki çiçekleri sulamaya çıkıyor. Yol boyunca kocasının tepkisini endişe ile bekleyen kadın biraz rahatlamış olarak kendi yattıkları odayı açtı hemen. Oda zifiri karanlık, dar sokağa bakan, alçak, küçücük bir pencere, bir karyola ve bolca yorgan, döşeğin olduğu yüklük var sadece. Ben pencereyi usulca kapatıp perdeyi çekerken, kadın düşük voltajlı lambayı açıyor. Çarçabuk temiz çarşaflar serilip yastık kılıfları değişiyor. Yüklükten yorganları yer yatağını oturduğumuz salonumsu odaya taşıyorlar küçük kızla. Kapıyı çekerken kadın usulca, “Biz gece sahura kalkacağız, sen istersen kalkma. Seferisin ya” deyip ekliyor, “Sabah çocuklarla birlikte kahvaltı yaparsın, sevinirler”…
Yarı uyku yarı kabusla yatağın içinde dönerek gece yarısını az gece çok büyük seslerle yataktan fırladım. İçeri dolan gürültü sahur yemeği seslerinden öte birşey, ağır zincir şakırtılarıyla tank ve silah sesleriydi. İçerdeki odaya mı, pencereye mi koşayım derken, kapı açıldı usulca. Kadın uzun gecelikleriyle, elinde bir bardak suyla içeri girdi, suyu içmemi söyledi, elimi tuttu. “Korkma, burda her gece olur böyle. Şimdi geçer giderler” derken birkaç el silah sesi duyuldu, ardından ağır ağır homurtularıyla tank sesleri uzaklaştı, sesler kesildi.
Sabah henüz gün ağarmadan çocukların cıvıltılı sesleri ile uyandım. Kapıyı açıp yatak odasından çıktığımda yataklar yorganlar toplanmış, çocuklar giyinmiş, yer sofrasının başında oturmuş çaylarını içmek için beni bekliyorlar. Anne baba, kapının önünü ıslatıp süpürmekteler. Çaylarımızı içerken küçük oğlanın bisikletçide çalışmaya gideceğini öğreniyorum. İzmir Karaburun’a gelin gitmiş teyzelerinin memleketi hakkında bir dünya şey soruyorlar. Otobüsleri, yolları, tarlaları, kırları, dağları, giyim kuşamı, ev içlerini… Belli ki bu gecekondu evlerinin mahallesinden bir adım öte bir memleket görmemişler. Çantamda para kuş kadar, zaten olsa da vermek kadar büyük ayıp olamaz. Ama bir şey vermek istiyorum. Parmağımdaki kehribar taşlı gümüş yüzüğü çıkarıp avucunun içine koyuyorum küçük kızın. İki parmağına birden geçirse bile büyük gelecek yüzüğe bakıp alıp almamakta utangaçça tereddüt ediyor. “Ama lütfen, hatıra olsun, büyüğünce takarsın” diye ısrar ediyorum. Gözlerinin içi gülüyor. “Bir daha ne zaman geleceksin bize?” diye soruyor.
Günün ilk ışıklarıyla birlikte Pazar sabahının ıssızlığında arşınlıyoruz Aksaray’ı. Dükkanlarının kepenklerini açmakta olan uykulu adamlara, sabahçı kahvelerine girip “Gaziantepli olan bakkal birini tanıyor musunuz?” diye soruyor adam. Biz iki kadın geride duruyoruz. Neredeyse öğle olacak. Kadın sımsıkı bağlı başı, kalın çorapları, ince de olsa uzun pardesüsünün içinde sırılsıklam ter içinde. Hiç konuşmuyoruz. Ama birlikte sakin bir gayret ve sabırla, şikayet de etmeden usul usul dolaşmaya devam ederken üst geçidin sonunda çölde görülen serap gibi bir tabela parlıyor gözlerimin önünde. “Gaziantep Bakkal”ı gösteriyorum heyecanla, adımlarımızı sıklaştırıyoruz. Çıkık kalçası ile bir sağa bir sola yalpalayan kadının koluna giriyorum. Sımsıkı tutuyorum kolunu. Aynı tempo ile bir sağa bir sola kaykıla kaykıla yürüyüp bakkalın önüne geliyoruz. Bakkalın üstü iki katlı bir apartman. Yandaki katın ziline basıyorum. Otomatla kapı açılıyor. Merdivenin tepesinde saçları darmadağın, uykusuz geceden kan çanağına dönmüş gözlerle yoldaşım şaşkınlık, sevinç içinde ağladı ağlayayacak bana bakarken ona arkamı dönüp kapının eşiğinde beni bekleyen melek insanlara sevinçle “Burası, buyrun, yukarı çıkalım” diyorum. Adam karısının elinden tutup bir adım geri çekiliyor ve gözlerimin içine bakmadan, başını hafif yana eğip olanca yumuşak ve mütevazi sesiyle “Rahatsız etmeyelim, bizim görevimiz buraya kadar bacım” diyor. Ben nasıl teşekkür edeceğimi bilemeden, “Belki tekrar görüşürüz, bi not alsaydık” gibi bir şeyler demeye çalışırken, o elini kalbinin üstüne koyup hafifçe başını eğerek, “Gerek yok bacım, insanlık görevimiz” diyor. Sonra da “Bahtınız açık olsun. Allahısmarladık” deyip yola koyuluyorlar karı koca…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.