Bu bağlamda size bir sanatçıdan söz etmek istiyorum. 1944 Paris doğumlu Christian Boltanski toplumsal sorunlara değinen çağdaş sanatçılardan. Boltanski yapıtlarında ölüm temasına odaklandı. Özellikle Holokost üzerine yaptığı çalışmalarla ünlendi. O sadece bir sanat eseri ortaya koyma arzusu taşımaz. Üretirken bir düşünceyi ifade ederken duygu iletmelidir. Ona göre sanatın yolu hayat bağlantılarını açık tutmaktan geçer.

Christian Boltanski’nin 2010 tarihli “Personnes” isimli başka bir çalışması hazır nesnelerden yola çıkarak toplumsal bir mesajı iletmeye çalışır. Paris’te Grand Palais’de sergilenen “Personnes” onun “Monumenta” serisinin üçüncü çalışmasıdır. Geniş bir alana üçerli sıra haline yerleştirilmiş ve eski kıyafetlerden oluşan 69 dikdörtgen bölüm düşünün. Bu bölümlerin önünde yine eski kıyafetlerden oluşan devasa bir yığın oluşturulmuş. Elbise yığının üzerinde tavana asılı bulunan bir kanca var. Bu kanca alçalarak bu yığından aldığı elbiseleri belli bir yüksekliğe çıkardıktan sonra aşağıya bırakıyor. Bu çalışmaya tanık olan izleyiciler, aynı anda elbise yığınlarından gelen 69 farklı kalp atışı sesini duyuyorlar. İlk bakışta tüketim toplumuna yönelik birtakım göndermelerin olabileceği düşüncesini uyandırsa da Boltanski’nin yaşamı ve diğer çalışmaları hakkında bilgi sahibi olanlar için “Personnes” çok farklı mesajlar içeriyor.

Boltanski büyüdükçe ikinci bir kişinin yanında belirdiğini fark eder; geçmişi. O geçmiş ki, kendini hep anımsatır; bırakmaz hiç peşini. Ondan kurtulması imkânsızdır… Sanatından başka bir sığınağı yoktur. Kendi başına bir evren kurmaya çalışır. Kurar da. Yine de tümüyle kurtulamaz geçmişinden. Düşman gibidir ona geçmişi. Unuttuğu ya da unutmaya çabaladığı şeyleri hatırlatıyordur hep. Çocukluğundan, ilkokul günlerinden… Özellikle anne babasının saklandıkları günlerden… Kirli, çirkin, aykırı bütün anıları ortaya dökülür. Dayanmak güçtür. Anlar ki, “geçmiş”i ona yasaktır. Bir müddet sonra geçmişi silmenin yolunu bulur. Kendine yeni bir gerçek yaratır. Yeni, yalan, uydurma öykülerdir bunlar. Geçmişi ancak silerek kendine yeni bir geçmiş kurgulamış olur.

Yaşlı, genç, bebek birçok yaş grubundan insana sahip elbiselerin yer aldığı “Personnes” yerleştirmesi (enstalasyon) bu kıyafetlerin içinde yer almış olan insanları hatırlatıyor. Korkunç bir şekilde hayatları son bulan insanlardan geriye sadece bu elbiseler kalmış. Elbiselerden oluşan yığınlar Nazilerin, Yahudilerin elbiselerini çıkarttırarak kadın, erkek, yaşlı, genç demeden gaz odalarında topluca katletmeleri sonucu geriye kalan yığınlarca insan cesedini anımsattığını anlıyoruz. Böylece Boltanski ürettiği bu yerleştirmesinde elbise yığınları yaşanan bu vahşice olayın metaforik bir ifadesi olarak sanatta yerini buluyor.

Boltanski’nın sanatının çıkış noktası Holokost oluyor. Holokost yıllarını yaşamak onu acıyı sorgular durumuna getiriyor. Bir insan olarak bir yandan acısını saklar, o yılları zihninden silmeye çalışırken, bir sanatçı olarak da acısını göstermek için çırpınır. Edebiyatta Hamlet bunun iyi bir örneğidir. Hamlet’in çevresindekiler, babasının ölümünden duyduğu üzüntüyü fazla abarttığını, fazla uzattığı görüşündedirler. Yas tutmanın tadını kaçırdığını her fırsatta hissettirirler ona. Hamlet de mecburen aklını kaçırmış rolü yapmaya başlar. Üzüntüsünden delirdiğine inandırır herkesi.
Acı karşında zamanla söylememeyi öğreniyoruz. Hamlet gibi rol yapmaya başlıyoruz; çünkü insanlar sevmiyor üzüntüden söz etmeyi, ayıpmış gibi. Bu hepimiz için geçerli. Toplum da tıpkı insanlar gibi konudan kopmak istiyor. Görmezden, bilmezden, duymazdan geliyor. Olduğumuzdan daha iyiymişiz gibi rol yapmaya başlıyoruz, mecburen; kendimizi farklı sahnelediğimiz bir performansa dönüşüyor hayat.
Kısaca, büyük sanatçılar bizlerle ruhlarını paylaşırlar, kelimenin tam anlamıyla. Yaşamı önemseyen, dünyaya daha büyük bakmaya çalışan Boltanski’nin eserine bakarken Tolstoy’un “Akıl hiçbir şey göstermedi bana. Bütün gördüklerimi yürek verdi, yürek gösterdi” sözünü bir kez daha anımsadım. İşte sanatın büyüsü!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.