Sanatın yolu hayat bağlantılarını açık tutmaktan geçer

Bir sanatçının geçmişi, çocukluğu, dünyaya bakışı her zaman merak konusu olmuştur. Nedir bu birikimi sanatsal imgeye, şiire, müziğe dönüştüren? Yapıtlarıyla, geçmişi arasında belirleyici bir rol var mıdır yoksa yaşanmışlığa ait olmayan yapay bir düş dünyası mı yaratmıştır sanatçı? Bu soru sanatçıdan sanatçıya değişir. Bazı sanatçıların yaşamı ile sanatı aynı paralelliği gösterir.

Bu bağlamda size bir sanatçıdan söz etmek istiyorum. 1944 Paris doğumlu Christian Boltanski toplumsal sorunlara değinen çağdaş sanatçılardan. Boltanski yapıtlarında ölüm temasına odaklandı. Özellikle Holokost üzerine yaptığı çalışmalarla ünlendi. O sadece bir sanat eseri ortaya koyma arzusu taşımaz. Üretirken bir düşünceyi ifade ederken duygu iletmelidir. Ona göre sanatın yolu hayat bağlantılarını açık tutmaktan geçer.

1990’da gerçekleştirdiği The Children of Dijon, (Dijon’un Çocukları) düzinelerce çocuk resminden oluşur. Resimdeki çocuklar basit bir çerçeve içinden bize bakarlar. Çerçevelerin üstünde küçük ampuller yanar. Bu fotoğraflara bakarken anlarız ki, bu çocuklarla ilgili izleyicinin dikkatini çekmek istiyordur sanatçı. Çocuklar hakkındaki bilgilerimiz fotoğrafın altında yer alan doğum ve ölüm tarihleridir. Çocuklar hayatta değildir. Ölüm sebepleri belirtilmemiştir. Neden, niçin ölmüş olduklarını bilemeyiz. Dünyanın herhangi bir ülkenin çocukları olabilirler. Somali’de? Bosna Hersek’te? Ölüm kamplarında? Onlara nasıl bir empati ile yaklaşmamızı bekler bu ölü çocuklar bizden? Nasıl bir ölümle yüz yüze gelmişlerdir? Ölümleri bulaşıcı bir hastalıktan mı olmuştur? Soykırımdan mı? Bu ölü çocuklar pek tabii ki bizden empati beklemektedirler. Kısacası sanatçı bize ölümden söz etmektedir.

Christian Boltanski’nin 2010 tarihli “Personnes” isimli başka bir çalışması hazır nesnelerden yola çıkarak toplumsal bir mesajı iletmeye çalışır. Paris’te Grand Palais’de sergilenen “Personnes” onun “Monumenta” serisinin üçüncü çalışmasıdır. Geniş bir alana üçerli sıra haline yerleştirilmiş ve eski kıyafetlerden oluşan 69 dikdörtgen bölüm düşünün. Bu bölümlerin önünde yine eski kıyafetlerden oluşan devasa bir yığın oluşturulmuş. Elbise yığının üzerinde tavana asılı bulunan bir kanca var. Bu kanca alçalarak bu yığından aldığı elbiseleri belli bir yüksekliğe çıkardıktan sonra aşağıya bırakıyor. Bu çalışmaya tanık olan izleyiciler, aynı anda elbise yığınlarından gelen 69 farklı kalp atışı sesini duyuyorlar. İlk bakışta tüketim toplumuna yönelik birtakım göndermelerin olabileceği düşüncesini uyandırsa da Boltanski’nin yaşamı ve diğer çalışmaları hakkında bilgi sahibi olanlar için “Personnes” çok farklı mesajlar içeriyor.

Sanatçıyı biraz yakından incelediğimizde onun Hıristiyan bir anneyle Yahudi bir babanın çocuğu olduğunu öğreniyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda Boltanski’nin babası Naziler tarafından aranan biridir. Anne babası o yılları kimi zaman evlerinin zemin katında saklanarak kimi zaman dedelerinin evlerinde uyku tulumlarında yatarak geçirirler. Sanatçının anne ve babasının birçok arkadaşı Yahudi soykırımından sağ çıkmış insanlardır. Boltanski’nin çocukluğunda gerçekleşen bu olaylar yapıtlarında belirleyici bir rol üstlenmiş olduğu böylece daha iyi anlaşılıyor.

Boltanski büyüdükçe ikinci bir kişinin yanında belirdiğini fark eder; geçmişi. O geçmiş ki, kendini hep anımsatır; bırakmaz hiç peşini. Ondan kurtulması imkânsızdır… Sanatından başka bir sığınağı yoktur. Kendi başına bir evren kurmaya çalışır. Kurar da. Yine de tümüyle kurtulamaz geçmişinden. Düşman gibidir ona geçmişi. Unuttuğu ya da unutmaya çabaladığı şeyleri hatırlatıyordur hep. Çocukluğundan, ilkokul günlerinden… Özellikle anne babasının saklandıkları günlerden… Kirli, çirkin, aykırı bütün anıları ortaya dökülür. Dayanmak güçtür. Anlar ki, “geçmiş”i ona yasaktır. Bir müddet sonra geçmişi silmenin yolunu bulur. Kendine yeni bir gerçek yaratır. Yeni, yalan, uydurma öykülerdir bunlar. Geçmişi ancak silerek kendine yeni bir geçmiş kurgulamış olur.

Boltanski kendi çocukluk yıllarından söz ederken, o yıllara ait hiçbir anısı olmadığının altını çiziyor. Bu yönüyle onun çocukluk yıllarını tahmin etmek kolay değildir. Kendi bu durumu üzerine özellikle çocukluk anılarına dair hiçbir şeyi hatırlamadığını ve onları silmek için yeni öyküler uydurduğunu açıklamıştır. Boltanski’nn soruları açıktır… Bir kişinin geçmişi ne kadar özeldir? Ne kadar kişinin üzerine etkilidir? Kişi geçmişinde aldığı yaralardan ne kadarından iyileşmiştir?

Yaşlı, genç, bebek birçok yaş grubundan insana sahip elbiselerin yer aldığı “Personnes” yerleştirmesi (enstalasyon) bu kıyafetlerin içinde yer almış olan insanları hatırlatıyor. Korkunç bir şekilde hayatları son bulan insanlardan geriye sadece bu elbiseler kalmış. Elbiselerden oluşan yığınlar Nazilerin, Yahudilerin elbiselerini çıkarttırarak kadın, erkek, yaşlı, genç demeden gaz odalarında topluca katletmeleri sonucu geriye kalan yığınlarca insan cesedini anımsattığını anlıyoruz. Böylece Boltanski ürettiği bu yerleştirmesinde elbise yığınları yaşanan bu vahşice olayın metaforik bir ifadesi olarak sanatta yerini buluyor.

Boltanski’nin yaşamöyküsünü öğrenince onun Holocaust temasını eserlerinde vurgulaması onun bilinçaltında yer etmişliğinin göstergesi olarak değerlendiriliyor. Her sanatçı psişik yaşanmışlıkların ya da yaşanamamışlıkların etkisindedir ve bu etkinin yapıtlarına yansıması da doğaldır. Bir sanatçı olarak insanı ve yaşamını sorgulayan sosyo-kültürel alt yapıya dayanan eserlerle dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında bir tutum sergiliyor. Böylece yapıt geçmişte yaşanmış, yeniden ve yeniden hesaplaşacağımız ve birlikte üzerinde düşüneceğimiz acılar, azaplar, kayıplar ve adaletsizliğin sorgulandığı bir mekâna dönüşüyor.

Boltanski’nın sanatının çıkış noktası Holokost oluyor. Holokost yıllarını yaşamak onu acıyı sorgular durumuna getiriyor. Bir insan olarak bir yandan acısını saklar, o yılları zihninden silmeye çalışırken, bir sanatçı olarak da acısını göstermek için çırpınır. Edebiyatta Hamlet bunun iyi bir örneğidir. Hamlet’in çevresindekiler, babasının ölümünden duyduğu üzüntüyü fazla abarttığını, fazla uzattığı görüşündedirler. Yas tutmanın tadını kaçırdığını her fırsatta hissettirirler ona. Hamlet de mecburen aklını kaçırmış rolü yapmaya başlar. Üzüntüsünden delirdiğine inandırır herkesi.

Acı karşında zamanla söylememeyi öğreniyoruz. Hamlet gibi rol yapmaya başlıyoruz; çünkü insanlar sevmiyor üzüntüden söz etmeyi, ayıpmış gibi. Bu hepimiz için geçerli. Toplum da tıpkı insanlar gibi konudan kopmak istiyor. Görmezden, bilmezden, duymazdan geliyor. Olduğumuzdan daha iyiymişiz gibi rol yapmaya başlıyoruz, mecburen; kendimizi farklı sahnelediğimiz bir performansa dönüşüyor hayat.

Kısaca, büyük sanatçılar bizlerle ruhlarını paylaşırlar, kelimenin tam anlamıyla. Yaşamı önemseyen, dünyaya daha büyük bakmaya çalışan Boltanski’nin eserine bakarken Tolstoy’un “Akıl hiçbir şey göstermedi bana. Bütün gördüklerimi yürek verdi, yürek gösterdi” sözünü bir kez daha anımsadım. İşte sanatın büyüsü!

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın