Metrodaki kemancı: Joshua Bell

Her şeyin her gün değişip yenilendiği dünyamızda, özellikle teknolojik gelişmelere ve onun toplumsal hayatta yol açtığı hızlı değişim ve dönüşüme ayak uydurma çabası bir zorunluluk olarak görülüyor. Dünden bu güne toplumların kültürel hayatlarını derinden etkileyen teknolojik gelişmeler, bizleri ne kadar etkiledi? Kültürel alışkanlıklarımız, düşüncelerimiz ne biçimde değişti? Günlük hayatımızda olup bitenler hakkında hiç kafa yormayı denediniz mi? Çevrenizde yaşananlar hakkında ne kadar ilgilisiniz? Hayatın hızlı akışında güzel olana, değerli olana ne kadar zaman ayırabiliyorsunuz? Bu soruların sonu gelmez. Bu sorular şöyle de sorulabilir: insanlığın gidişatı ne yönde? Günümüz dünyası nereye gidiyor?

İnsan değişken bir yaratık. Her çağında ayrı bir evrenin içinde. Kendi yarattığı bir evren. Hep söylenen bir sözdür. Yaşam böyle… Nedir yaşam? Bilen de yok. Yaşanıp geçiliyor. Düşe kalka. Koşa dura. Hele bir sokaklara bakın. İnsanlar aceleye çıkıyorlar otobüslerden, metrolardan, vapurlardan, dolmuşlardan. Koşarak caddeye, koşarak işlerine, okullarına… Kimse kimseyi görmüyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Görse de, tanısa da vakit yok durmaya. Bir itiş kakış. Sabah telaşı bu.

Yaşama telaşıyla yaşamdan kopuyoruz; yaşamın güzelliklerinden, ayrıntılarından. Mevsim baharsa, çiçekler açmıştır, hava cıvıl cıvıldır ama biz bir koşturmadır tuttururuz. Genişleyeceğine daraltırız yaşamımızı, odalara, televizyona… , internete kapattık dünyamızı, kendimize yeni evrenler kurduk, bu karşılıklarla avunarak, onlarla bir evren kurarak. Yaşama sevinçlerimizi, özlemlerimizi, umutlarımızı öteleyerek, hayatı askıya aldık. Ördüğümüz duvarlar iyice yapıştılar üstümüze. Kıstırdık kendimizi, o birbirine yaklaşan, bastıran, öldüren duvarlara, beton yığınlarına, ofislere, iş hayatına. Sonra bu yitik günleri düşünerek kendimizi yer bitiriyoruz.. Yitirilmiş, yitirilmiş oluyor. Yitikler bir daha ele geçmiyor. Yitik zaman parçaları. Yaşanacakken yaşanmayan bir zaman parçası ne kadar değerlidir, hiç düşündünüz mü?

Soğuk bir ocak sabahı Washington DC’de bir metro istasyonunda bir adam önüne bir kap koyar ve tam 45 dakika boyunca altı Bach eserini kemanıyla çalar. Çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden hızla geçip giderler. Üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder. Dördüncü dakikada kemancı ilk bir dolar bahşişini alır. Daha sonra bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atar; hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder. En fazla dikkatle duran üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk durur ve dikkatle kemancıya bakar. Sabırsızlanan annesi çocuğu çekiştirerek yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Bu çocuğu birkaç çocuk daha izler. Onlar da anne, babaları tarafından yürümeye zorlanarak, kemancının yanından uzaklaştırılırlar. Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünce sadece 6 kişi durur. Onlar da çok kısa bir süre için. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hâkim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa kemancının metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği ve biletleri aylar önce tükenmiş konserinin biletleri yüz dolara satılmıştır.

Bu yaşanmış bir olaydır. Günümüz insanının davranışlarına dair çok şey söylüyor. Bu mini konseri gerçekleştiren dünyanın en ünlü müzisyenlerinden keman virtüözü Joshua Bell’dir. Washington Post tarafından algılama, zevk ve insanların önceliklerini kapsayan sosyal araştırmanın bir parçası olarak tertip edilmiştir. Şimdi bu soruyu kendimize soralım, siz aynı olayı yaşasaydınız nasıl bir ilgi gösterecektiniz? Ya ben?

Yatağıma uzanmış, tavana bakıyorum. Lambanın gölgesi de beyaz tavanı biçimden biçime sokuyor. Dikkatimi kendim üzerine yoğunlaştırıyorum. O kendimi bildiğim görüntünün yavaş yavaş benden uzaklaştığını fark ediyorum. Bazı zamanlar kendi gerçek yüzümü yakalamaya çalışacak olsam, engelleyemediğim bir korkuya kapılırım. Sayısız yüzümden hangisinin gerçek “ben”imi en iyi ifade ettiğini bilemem. Tıpkı şimdiki an gibi. Kendime soruyorum bu soruyu? Ya sen ne yapardın? Düşünmeye başlıyorum. Her evde yaşanan sabahın o tatlı telaşı gözümün önüne geliyor. Esnemelerle, gerinmelerle giyinilmiş, çekmeceler aceleyle açılmış, çoraplar aranmıştır. Uygun elbiseye göre uygun çorap aranmıştır. Eteğin sökük yeri, çorabın kaçığı, ütülenmemiş giysi, ödenecek faturalar akla gelmiştir. Derken kahvaltı, derken yetişilecek otobüsler, kaçırılmaması gereken uçaklar… O telaşla çalan kapı, gelen telefonlar… Saatler, düzen, disiplin, tam zamanında orada olmalar, burada olmalar…

Yaşam o kadar olağan ki; kendimizi her şeyden soyutlayarak, gereğinden çok ciddiye almaktan yorgun düşüyoruz. Ama buna rağmen tam tersine davranıyor hayatı ciddiye almıyor; kendimizi adam yerine koymuyoruz.

Oysa yaşam ne büyük bir hazine! Güneşin ilkbaharda nasıl parladığını, ırmak yüzeyinin tatlı tatlı ürperişini, tarlalardaki olgun buğday başaklarını, çana benzer biçimleriyle şakayıkların salınıp başlarını sallayışlarını, zambakların göğe uzanmasını, yaseminlerin keskin kokusunu içinize çekmek varken, ruhumuzu engin bir denize dönüştürmek varken daha da daraltarak geçiyor ömrümüz. “Yaşım otuz beş ama yaşamadım hiçbir şey” diyen tanıdıklarla dolu çevremiz. Ne yazık ki yaşamın ortasındayız fakat kıyısında gibi davranıyoruz ancak.

Dünyada sonsuz da dâhil hiçbir şey sonsuz değil. Her şeyin bir sonu var. Yaşam gibi, bir çiçeğin ömrü gibi, tıpkı bizler, tıpkı ömürlerimiz gibi. Çünkü dünya bu düzen üzerine kurulu. Sonsuzmuş gibi görünen her şey, öyleymiş gibi algılayan insan bilinci. İnsana yaşama coşkusu veren, ufkunu genişleten, düş kurduran, umut ettiren de bu insani enerji.

Sorumu yanıtladım; kendime yineledim durdum: “Peki, sen ne yapardın?”… Ve sonunda kendimi müziği dinleyemeyenler, metroya yetişme telaşı içindeki grupta buluyorum. Dikkatim yoğunlaştıkça verdiğim karar daha da belirginleşiyor. Evet! Ben de acelesi olan gruba katılırdım, bundan hiç kuşkum yok. Sonuç olarak, kendimden geride sadece şaşkınlık ve hayret kalıyor. Üstelik bu satırları yazan “ben” ile yaşayan “ben” arasında olan mesafenin korkunçluğu ürkütücü geliyor.

Görüyor musunuz, yazıyorum; itiraf ediyorum. Var olduğumu söylemek ve böylelikle kalbimin çarptığını hissetmek için yazıyorum! Yazmak, aslında insanın “kendiyle” söyleşmesi değil mi? Kendim için yazmayı seviyorum ben. Bitirdiğimde haz anımı nasıl anlatsam? Hani uyku bastırır, ertesi gün bambaşka şeyler tıklatır usunuzu, yazmak bu bence, usun kepenklerini açmak, dışarıdakileri dışarı salmak, defterler, defterler dolusu.

Bertolucci’nin ‘Çölde Çay’ filminde, erkek kahraman şöyle der:

“Daha ne kadar günbatımı izleyecek, kaç sabah kahve kokusunu içime çekebileceğim? Kim bilebilir?”

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın