Bir Marco Bellocchio filminin adı: “Günaydın gece”, 2003 Venedik Film Festivali’nde Küçük Altın Aslan ve 2003 FIPRESCI ödülleri almış. İtalyan yakın tarihinde1978 yılı Roma’sında Kızıl Tugaylar’ın Hıristiyan Demokrat Aldo Moro’yu kaçırıp infazı ile ilgili politik bir film. Chiara rolündeki Maya Sansa’nın kadın duyarlılığı muhteşem; “inandığı yüce amaçlar uğruna bile olsa” şiddete, öldürmeye karşı yüreğinin yangınını yüzüne, gözlerine yansıttığı sahneler inanılmaz etkileyici…
“Her ne sebepten olursa olsun, kanlı savaşa, silaha, şiddete hayır! Ülke çıkarları – bilmem ne adına, benim adıma, yığınlar adına kanlı savaş yürütenler, hayır, durun. STOP!” diye deliler gibi sokaklarda koşasım, bağırasım gelenin geçenin koluna yapışıp haykırasım var: “Senin evladın hiç öldü mü?”
Günaydın gece!
Suruç katliamı ve sonrası sürüp giden kara haberlerle günlerimiz gece oldu. Ben tamamen berbat bir durumdayım arkadaşlar. Oysa çocukluğumdan beri, aşırı sevinç, aşırı mutluluk, aşırı hüzün, aşırı öfke duygularımı bastırmamı öğretmişti bana hayat. Belki de ailem. Bilemiyorum hangisi. Yani şöyle bir şeyi siz de duymuşsunuzdur çocukluğunuzda; “çok sevinme arkadan üzüntü gelir” ya da “o kadar acını belli etme, seninkinden daha büyük acısı olanlara ayıp olur.”
Ayıpsa ayıp: Çok üzgünüm dostlar, çok çaresizim. Karmakarışık duygularla içindeyim. Normal gündelik hayatımı sürdüremez oldum. Rüyada gibiyim; yemek yerken, çiçekleri sularken, televizyon, internet haberlerini izlerken, gazete sayfalarına amaçsızca göz gezdirirken, havadan sudan sohbet ederken ailemle, alışverişe çıktığımda, rahat koltuğumda kitabımı okurken, yatağıma uzandığımda geceleyin… Sokakta, pazarda, otobüste, aile, eş dost, arkadaş çevrelerinde hep seyrederken yakalıyorum kendimi; hiç içlerinde değilim konuşulanın, gülünenin, neşenin, sıradan, gündelik hayatla ilgili kaygıların, beklentilerin, yapılan işlerin, sorulan soruların, onay bekleyen fikirlerin…
Böyle gider mi bu hayat… Bu acılarla ne kadar normal bir hayat yaşayabiliriz? Bu ülkeye, bu halklara reva değil bunca zulüm. Bir çare olmalı, çareler olmalı. Sessiz çoğunluk, sessizliğini bozmalı…
Az acılar çekilmedi… Her 10 yılda toplu katliamlar, yargısız infazlar, sürgünler, tutuklamalar…
Bu memleketin insanları çağdaş, aydınlık, demokratik, hakça, barış içinde güzel günler yaşasın diye çırpınan güzel insanlarının başına geldi ne geldiyse.
Büyük çoğunluk normal gündelik hayatını sürdürürken en büyük bedelleri, Suruç’takiler gibi, güzel hayalleri hayata geçirmeye çabalayan genç çocuklar ve onların aileleri ödedi. Hala da hayatlarıyla ödemeye devam ediyorlar.
Bu cehennem e dönen ülkede kabahatin çoğunu bir türlü bir araya gelemeyen demokrasi güçlerinde aramak yeterli mi? Kusura bakmayın ama aklıma Nazım Hikmet‘in şiiri düştü:
Dünyanin en tuhaf mahluku
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama –
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.