Ya tam okuyun ya da vazgeçin!

“Giriş notu: Bu yazı hatasıyla, günahıyla, doğrusuyla yanlışıyla lakin sadece gazeteci olan bir delinin satırlarıdır!”

Günlerdir düşünüyorum ne yazacağımı.

Konu olmadığından değil, hangi konuyu ele alsam diye…

Aziz Kocaoğlu’na “çete reisi” denmesini mi yoksa EXPO dalgasına tantanayla açıklanan logo tartışmalarını mı yoksa hala toplumsallaşamamış bir “devlet örgütü” gibi çalışan İZKA ve İZKA’cıları mı?

Ama galiba “patlama” noktası gibi şu son olayı yazmalıyım sanırım…

Üç gencecik meslektaşın kent ortasında uğradıkları saldırıyı yazmalıyım…
Ama “facebook” ya da “twitter” mesajları gibi olmamalı…

Ya da Emniyet Müdürü’nün, polis muhabirlerine konuşan “isimsiz” polislerin veya olay üzerine “üzüldük, kahrolduk” açıklamaları yapanlar gibi olmamalı yazım…

Örneğin sevgili Cesur Sert’in İzmir Basın Merkezi’ne yolladığı mesaj üzerinden gidebilirim önce…

Ha bu arada hemen söyleyim, bu yazıyı ya sonuna kadar okuyun ve düşünün; ya da hemen şimdi okumayı bırakın. Ben nasıl zaman harcayıp gönülden yazıyorsam siz de yüreğinizin gözüyle okuyun sonuna kadar…

Ne demiş sevgili Cesur Sert?

“Saldırıya uğrayan gazeteci arkadaşlarınız benim kardeşlerim bilenler bilir. Sigortası, hayat güvencesi, 212 ve sarı basın kartı olmayan, medya yöneticilerinin balık restoranda bir gecede ödediği hesabı 30 günde alan bu arkadaşlar yedikleri dayakla kaldı. Ama bakıyorum da bunu kendine reklam malzemesi, gazete sütunlarına habere çevirenler, bu olayı bile böyle kullanan yöneticiler olduğu sürece bu film değişmez. Bu çocukların adını belki ilk kez duydunuz. Ne cemiyet üyesi, ne de kooperatif veya bir dernekte danışman değiller. Uzun lafın kısası, bırakın boş lafları da o koltukta oturan siz zavallı yöneticiler ya bir şey yapın ya da ceketinizi alın gidin. Boş kelimelerle kendi reklamınızı yapmayın. Yapmaya devam edenlerin bombası zaten patlıyor. Ha patlamazsa ben patlatırım.”

Soyadı gibi “sert” satırlar bunlar…

Ama beğendim.

Üç gencecik gazetecinin kent ortasında uğradığı saldırı ne yazık ki herkesin başına gelir. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki kadınlarımız bile çok rahatlıkla katledilebiliyor artık. Üstelik bazı merhumelere “yasal koruma” öldükten sonra da çıkabiliyor.

Hatta “demokrasi” gereği bu ülkede otobüs durağında otobüs beklerken üzerinize atılacak bir molotofla da yanabiliriz… Çünkü bu ülkede molotof atmak “demokrasi” lakin “parasız eğitim” isteme suç olmuş… Yani “suç” kavramı içinde sapla saman iyice karışmış… Harbi örgütler cirit atarken, halkoyuyla seçilen bir belediye başkanının 400 yıla yakın hapsi istenebiliyor…

Ama benim derdim şimdi “mesleğim”…

Geçen gün elime Ali Ekber Yıldırım’ın “Aytaç’ın Balçova’sı” geçti. Bir solukta okudum ve itiraf ediyorum gözyaşlarımı tutamadım…

1994 senesinde İstanbul’dan İzmir’e döndüm. İnter Star TV’nun İzmir Temsilciliği’nde sevgili Hakan Atis, Ufuk Türkyılmaz, Ümit Gürkan, Samet Üney, İbrahim Akbulut ve isimleri şu an aklıma gelmeyen sevgili arkadaşlarımla, meslektaşlarımla çalıştım. 1994 ile 2001 arası İzmir’de mesleki olarak yaşadığım coşkuyu, sevinci bir daha hissetmedim. Muhabirlik yaparken hatırlıyorum da her gazeteden ne çok “gazeteci abi, abla, arkadaş” tanımıştım o dönem… Macit Sefiloğlu, Aytaç Sefiloğlu, Reşit Çağlayangil, Reşat Yörük, çocukluk arkadaşım Volkan Çetin, İsmail Özelçinler, Mehlika Türkmenoğlu (şimdi Gökmen), Gönül Soyoğul, Semra Saygı, Güler Özkan, İlyas Özgüven, Necati Bahçeci ve daha kimler kimler…

Benim İzmir’e geldiğim yıldan 2001’e dek “haber atlatma” çabası vardı lakin “düşmanlık” yoktu aramızda… Kimse kimsenin arkasından konuşmaz, kimse kimsenin yerine gözünü dikmez, konu “mesleki” olunca muhatap asla meslektaş dışındaki kimseler olmazdı.

Sonra yerel televizyonlar sürecim başladı.

Başkan o zaman Burhan Özfatura’ydı. İnanın bana Burhan Bey’le “uğraştığım kadar” kimseyle uğraşmadım o süreçte. Ama bir kez olsun Burhan Bey’in “kellem” için patronum kimse onunla “fis kos” ettiğini duymadım…

Hatırlıyorum üç televizyon vardı o zamanlar…

Kanal 1, Ege TV ve Sky TV…
Hepsinde birbirinden değerli arkadaşlarım. Ben Kanal 1’deyken mesela Cengiz Duyar da Ege TV’deydi. Haber rekabeti dışında söyleştiğimiz, her konuda dertleştiğimiz arkadaşlarımızdı. İyi günde kötü günde hep birlikteydik…

Ama 2000’e doğru işler “değişmeye” başladı…

Önce televizyonlara “televizyoncu olmayan” ve açıkçası mesleği de “başka alanlarda” kullanmak adına “basamak” edenler yönetici gelmeye başladı…
2000 kriziyle de ne yazık ki kocaman bir “kara kedi” beslenir oldu mesleğin tam ortasında…

TV’lerdeki açık yozlaşma anında gazetelere, gazete köşelerinden başlayarak tüm basına ve sonra da değişen adıyla “medyaya” egemen oldu…


Medyanın “masonik” tarafını ya da “neo liberal kapitalist yozlaşmasını” falan geçiyorum…

Gazetecilerin “egemen karanlıklarla” geliştirdikleri kimi ahlaksız ilişkiler de konum değil şu an…

Üç arkadaşımın başına gelenleri de “anormal” görmüyorum.

Polisin “gazeteci sevmez” tutumunu da size sadece benim başıma gelen pek çok anıyla anlatırım ama dikkatinizi son dönem polisiye dizilere çekmek isterim. Bu dizilerde muhabirlere “şunlar, bunlar” diye seslenilmesine, itilip kakılmasına hiç dikkat etmediniz mi?

1994 yerel seçimleri sırasında Tansu Çiller’in korumasının havaalanında beni otobüsten çuval atar gibi atmasına anında tepki koyan muhabir ağabeylerim şimdi nerede?

İzmir’de gazeteciler karşı 2000’den bu yana artarak devam eden her türlü saldırıya artık “yeter” diye bağırmamız ve deşifre etmemiz gerekiyor ama nasıl?

Bugün medyada muhabir, fotomuhabiri, kameraman, gazeteci köşe yazarının yöneticileri gözündeki değeri sadece “bozuk para” şeklinde anlatılabilir.
Bugün her türlü sıfatı “başkan” olandan tutun da, işadamı, reklam ajansı, politikacı kolaylıkla “gazeteci” harcayabilir. Medyada ne yazık ki gazetecilikten “yöneticiliğe” terfilerde aranan ölçüt “gazetecilik özelliklerinden” vaz geçmesidir galiba.

2000 yılına kadar muhabirlikten aldığı ücretle ve taksitle de olsa “yuva kurabilecek” gazeteci, bugün ne yazık ki maaşıyla okumak için kitap bile alamamakta.

Düşünebiliyor musunuz?

Herkesin hakkını arayan gazetecinin maaşı bugün ortalama bin lira bile değil İzmir’de… Bir zamanlar “özel haber” üretip egemenleri rahat bırakmayan “yerel gazeteciler” bugünlerde sadece ajans haberlerini ya da basın danışmanlıklarından gelen servisleri kurguluyor. Medya “kazandığı” halde “paylaşmıyor” çoğunlukla ve birkaç istisna dışında…

Ama daha kötüsü “sızmalar”…

Gazetecilikte “köşe yazarlığı” bir terfiydi eskilerde… Muhabirlik ve muharrirlik… Uzmanlık konusunda yazanları söylemiyorum ama “gazeteci” edasıyla ve emekli olduktan sonra “özel zevk” muamelesi çektiği meslek bugün yer yer “açık arttırmalara da” sahne oluyor…

Gazetecinin kimliği “basın kartıdır”… Bugün TV’lerde “basın kartı” çok kolay ediniliyor. Lakin televizyonların çoğunda bugün “basın kartı” hayal… Gazetelerde ise 212 neredeyse yok…

Merak ediyorum o üç muhabirin sosyal güvenlikleri neydi?

2000’den sonra “yumurtacı” kadrosunda “gazetecilik” yapanlar artmamış mıydı?

Gazetecilik gazetecilerin işidir…

Sorun çok ama “çözüm yolu” karanlık. Nedeni de biziz!

Siyasetçilerden, patronlardan falan önce sorun bizde…

Birbirimizi anlamak, sevmek için keşke bu saldırıyı bir vesile saysaydık ama bu olayda bile birbirimize çemkirmekten ziyade bir şey yapmıyoruz.

Birbirimize ukalalık yapacağımıza, birbirimize kibir taslayacağımıza, nerelerden geldiğimizi unutup selam bile keseceğimize aynaya bakmamız gerekecek.

Şu son olaydan yola çıkarak İzmir’de İzmir’in “makam mevki sahiplerine” baskı kurabilirdik. Neden “mobese” yok diye zıplayabilirdik üzerlerinde mesela…

Ya da saldırganlardan yola çıkarak İzmir’de “herkesin gözü önünde” çakma mafyacılık yapanları deşifre çabasına girebilirdik…

İzmir’in sokak ve cadde hakimiyetleri üzerine araştırmalar yapabilirdik…
Ama daha önemlisi bu olaydan sonra İzmir Valiliği önüne gidip aramızda yepyeni bir beyaz sayfa da açıp “herkes işini yapsın” diye de slogan atabilirdik…

Evet, en doğrusu bu…

Birbirimize şarlamaktan vazgeçelim…

Facebook ya da Twitter ortamlarında ya da e-postalarla birbirimizle laf yarıştırmaktan vazgeçelim… Mutlak birliktelik için bir araya gelelim, olamaz mı?

Net, insanca, duygusal ama illaki mesleki dayanışma sürecini yeniden başlatabiliriz.

Öyle ya da böyle gazetecilik ruh ve yürek işidir.

Ve gazeteci gücünü sadece parasından alan, içinde “adam” olmayan elbiselerin harcayacağı “bozuk para da” değildir…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın