Sesi mi işitmedin mi?
Ve hafiften gülmeye koyuldu kukla.
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım:
Nasıl konuşuyorsun? dedim.
Ağaçlar gibi. Ağaçlar aynı anda yaprakları, dalları, kökleriyle birlikte konuşurlar ya, onun gibi. Kulağını gövdeme daya ve kalbimin atışını dinle.
Boyunun küçüklüğüne baktıkça korkum geçti. Kulağımı dayadım incecik gövdesine ; içerde bir şey, Tik, tak, tik, tak ediyordu.
Saatin tik tak yürüyüşü mü duyduğum yoksa yüreğimin atışı mı?
Uğultular yükseliyor, salona perde aralığından göz atıyorum: Mahşeri bir kalabalık var salonda. Yürek atışını duyduğum kukla büyümüştü; bizden biriydi, bizimdi. Dostları onu görmeye, yürek atışlarını duymaya gelmişti.Ve kukla içimdeki çocuğu harekete geçirdi, gece başladı: Tik tak, tik tak, tik tik tak…
Dostum kukla K ile açtık gizemli dünyanın perdesini. Kukla K neler söyledi o akşam neler… Özgürlükleri anlattı, haksız tutuklamaları, parmaklıklar arkasından gelen gün ışığını bir de… Tanrı eğer can verseydi küçücük bedenime” dedi kukla K ve sıraladı bir bir düşüncelerini…
Düşünceler geldikçe dile özgürleşti kukla K ve gördüm ki başlamış masal…

Bunraku kuklaları 100-125 santimetre boyunda ve kuklacıya ipek ipliklerle bağlanıyor. Kuklacı siyah bir giysi içinde kuklayı neredeyse bir gölge gibi takip ediyor. Kukla ve kuklacı arasındaki görünmez bağı derinden hissediyorsunuz ve bir süre sonra ikisi birbirine karışmaya başlıyor. Sanki her şeyi idare eden kukla oluyor. Öylesine büyüsel bir zenginlik oluşuyor sahnede.
Kuklaların baş, el ve saçları uzman kişilerce tasarlanıyor; Bunraku oynatan kuklacının kostüm seçimi (kimonolar) ise özgün olmak zorunda. Bunrakudaki on yıllık çıraklık serüvenine saç tasarımı ile başlayan Masaya Kiritake doğaüstü aşkın acımasız, şiddetli bir tutkudan deliliğe ve ölüme giden çizgisini aktarma konusunda çok ustaydı.
Oyun sonrası sadece erkek kuklacıların oynadığı Bunrakuyu bir bayan sanatçıdan seyretmenin ayrıcalığını anlatıyor Kiritake ve kendini kabul ettirmek için ne kadar zorlandığını…


Gösterinin en vurucu anı gölge oyunu biçiminde aktarıldı. Sivrisinek Monikanın hüzünlü öyküsü anında Türkçeleştirildi.
Monika, kralın sarayında çok seviliyor çünkü her zaman doğruyu söylüyor. Ne o, şaşırdınız mı? Daha çoook şaşıracaksınız, masalın sonunu bekleyin hele… Ve bir gün Monika Kraliçe hiç mi hiç yıkanmıyor, her zaman kötü kokuyor demesin mi! Bunu duyanlar hemen Kraliçeye yetiştiriyor; Kraliçeye hakaretten Monika hakkında dava açılıyor. Gördünüz mü, her şey bir anda nasıl da bizim ülkeye benziyor… Hakimler, Monikayı suçlu buluyor ve irin, kan dolu bir kapta boğulmasını istiyor. Ülkenin kralı demokratik mi demokratik! Monikanın tatlı suda boğulmasını yönünde karar bildiriyor. Gerekçe şöyle: Monikayı boğmalı tatlı suda / Ölüm tatlı gelsin ona/ Çünkü ne de olsa, o bizim saraydandı / Sevilen bir ayardaydı. Hakimler hemen Amin! dediler, kralın buyruğunu yerine getirirler elbette.
Oyunun sonunda Monika ölüme giderken Ben şimdi tatlı suyun içinde şerbet içiyorum ve hala Kraliçe kokuyor diyorum diyerek söylediği şarkıyla etrafına neşe saçıyor, saray eşrafı ise kızarıp morarıyor. İşte, o günden sonra Monika hür bir sivrisinek olarak cesaretiyle efsane oluyor, Kraliçe kokmaya devam ediyor ve herkes kral ve kraliçeden korkuyor. Ben size masalın sonunu bekleyin demedim mi?
Allegro Vivace ya da Kuklaların Dansı gösterisi Varna Devlet Kukla Tiyatrosunun komik, canlı enerjisiyle küçük seyircilerin çok hoşuna gitti. Müzikal oyun sahneleyen bir tiyatronun soyunma odasında, sanatçıların kullandığı kuklalar bir gece, oyun sonrası, birdenbire canlanırsa ne olur? Elbette kahkaha, neşe ve heyecan… Çılgın müziklerle bezeli kırk beş dakikalık gösteri sonrası Galin Ginev, Stoyan Stoyanov, Vera Stoykova ve Diana Tsolevskanın çocuklarla kaynaşması görülmeye değerdi.
Varna Devlet Kukla Tiyatrosunun asıl başarısı ise, Jeanne – Marie Leprince de Beaumontun masalından uyarlanan Güzel ve Çirkin oyunuydu. Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış cümlesiyle başlayan masalı hatırlamayan var mı acaba? Yine de masalı kısaca özetleyelim:
İşte bu tüccarın gemileri batmış, tüccar haber doğru mu, değil mi meraklanmış. Yola çıkarken üç kızına sormuş: Gelirken size ne getireyim? diye. Açgözlü iki kardeş elbiseler, mücevherler istemiş; güzel olanı ise Bir gül bana yeter “demiş. Varmış gitmiş tüccar bakmış haberler kötüden de kötü. Dönerken yorgun argın bir şato çıkmış karşısına. Karnı da acıkmış bir iyice, girmiş şatoya istemeye istemeye… Etrafa bakmış kimsecikler yok, bir sofra kurulu avluda, karnını doyurmuş. Şekerleme yaparken bir de ne görsün: Alı al bir gül, tam kızı Güzelin istediği. Güllerden birini koparınca bir kükreme ile kendine geçmiş. Tüccar, ortaya çıkan şato sahibi Canavara (Çirkine) durumu anlatmak istemiş ama nafile! Hayatına karşılık kızlarından biri gelip benimle kalacak yoksa üç ay içinde öleceksin. Dönünce tüccar şatodan olanı biteni anlatmış kızlarına. İki kız şirret mi şirret, dinlememişler bile babalarını. Güzel, babasını kurtarmak için kabul etmiş öneriyi kalkmış gitmiş şatoya… Günler sonra karşılaşmış canavarla. Çirkin mi çirkin bu kişi ama içi güzel mi güzel, iyi mi iyi. Önemli olan da iç güzelliği keşfetmek değil mi? Neyse, sonu mutlu mu mutlu bitiyor masalın: Güzel, Çirkini çok sevmiş; meğerse, Çirkin, kötü bir perinin büyü yaptığı kişi değil miymiş! Büyü, sevgiyle bozulunca ortaya çıkmış yakışıklı bir prens. Sevgi her şeyin çözümü olmuş, masal da kırk gün kırk gece süren düğünle bitmiş.
Oyuncularla, kuklaları iç içe geçiren gösterinin giysi tasarımıyla ve kuklalarla sağlanan illüzyonu ise övgüye değer. Bir müzede başlayan oyun ustaca bir geçişle masala bağlanıyor. Masalın büyüleyici dünyasında ışığın etkisi çok büyük. Ancak, topluluğun oynadığı salondaki ışık yetersizliği bu büyüleyici yanı biraz zedelese de oyunun sonu bugünün dünyasındaki aşka ve müzeye bağlanıyor.


Bir festivali birkaç sayfaya sığdırmak o kadar kolay mı? Ellerimi hünerli kılmak için o kadar ders almıştım Ruben Babayandan ama olmadı işte. Festival oyunlarının bir bölümünü yazdım bu satırlarla diğer oyunlarsa bir sonraki yazıda…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.