Anafartalar Caddesine Basmane yönünden girdiğimizde ilk sağ sokağa saparak Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde adı yazılı Fettah Dede Camisini ve Mısırlı Şeyh Bedrettin Tekkesini selamladık.
Orhan Ağabeye 20 sene önce bu sokağın sakinlerinden ama Avukat İbrahim Ayuzle nasıl röportaj yaptığımı anlattım. Sonra eski İzmirin görkemli mimarye sahip binalarının sıralandığı sokaklarından tekrar Anafartalar Caddesine çıkıp Hatuniye Camisine doğru yürüdük.
Ardından Dönertaş önünden önce sağdaki, sonra soldaki sokağa döndüğümüzde tablo gibi görüntüyü karşmızda bulduk. Eski İzmir müftülerinden Rahmettullah Efendinin perili köşk ismiyle nam salmış evinin cumbasından batan güneşin nar gibi görüntüsünü çerçeveler istavroz misali bölüp bize sunuyordu.
Hemen çantamdan fotoğraf makinamı çıkarıp bu anı dondurdum. Çocukluğumda bu köşkün bahçesindeki incir ağacına çıkıp ceplerimizi yemişlerle doldurduğum günler aklıma geldi. 40 yıl öncede bu köşkte oturan yoktu. Bir otelci satın almış diye duydum.
Sonra Hatuniye Camisinin kapı girişindeki yazı gözüme ilişti: İnşa tarihi 1625, Banisi Tayyibe Hatun… Hey gidi günler, rahmetli babamla buraya namaza gelirdim. Bir gün babam Hatuniye Camisinin imamına Bu sene benim oğlanı da sizin caminin sünnet organizasyonunuza dahil edelim dediğinde nasıl korktuğumu hatırladım. Babam, camideki sünnet kampanyasına beni dahil edip masraflardan tasarruf edecekti, ama nasip olmadı.
Caminin karşı köşesinden, bir zamanların ünlü Aksu Otelinin yanından 943 Sokaka girdik. Bu sokak Agora ören yerine çıkar. Bu sokak korunabilse çok güzel olurdu, sağlı sollu eski İzmir evlerini görünce adeta bir film platosunda sanırsınız kendinizi. Ama sokağın doksu her yıl biraz daha bozuluyor.
Orhan Ağabeyle konuşa konuşa yürüyoruz, kaybolacak, daha doğrusu kaybedilecek İzmir sokaklarında…Agora ören yerinin güneydoğu sınır duvarına ulaşıyoruz. Eski komşumuz, bakkal Muzaffer Yengenin evinin bahçesini görüyoruz. Bahçedeki incir ağacı dalları arasından İzmirin güneşi batıyor. Fotoğraf makinamla bu görüntüyü çekiyorum.
Bakkal Muzaffer Yengelerin evi çoktan yıkılmış. Çocukluğumda bu eve defalarca misafirliğe gelip bayram günlerinde çocuklarıyla oynadığımız tek mi, çift mi? oyunları geldi aklıma.
Sağ sokağa dönsek, benim büyüdüğüm 940 Sokaka gireceğiz. Yüreğim cızlayacak ya, ayağım girmek istemiyor… 943 Sokakta yürümeye devam ediyoruz. 1980 yılında, ben askerdeyken teröristlerce yakılan, bir dönem okuduğum Misak-ı Milli İlkokulunun yanan ve şimdilerde Agora ören yerine dahil edilen arsasının hizasına geliyoruz.
Hah, işte okul önündeki çınarlardan biri hala tüm haşmetiyle göklere yükseliyor, görüyorum… Burada yanan okulumdan hatıra kalan bir kitabe olması gerekir deyip baktığımda, okulumun kitabesinin biraz eskimiş de olsa da hala yerinde durduğunu görüyorum.
Hemen yeşil zemine sarı harflerle eski Türkçe / Osmanlıca yazılı yazıtı fotoğraflıyorum. Yazıtta, Şüphesiz muttakiler içinde pınarlar bulunan cennettedirler, onlara emin ve selamet içinde cennete girin derler… diye bir ayet yazılı. Yazıtın sol üstünde ise Hicri 1318 tarihi okunur.
Misak-ı Milli İlkokulundan geriye bu Osmanlı dönemine ait yazıt kalmıştır. Ama bu yazıtı ne zaman yürütürler ya da kaybolur, bilemem… Çünkü bir sabah, buraya yakın bir mermer Osmanlı çeşme alınlığını hepten söküp götürdüklerini gördük. Şimdi hangi özel koleksiyondadır, bilinmez. O çeşmeden İzmirin ünlü Osman Ağa Suyu akardı. Kaynağı Buca – Şirinyer taraflarından derlerdi.
Benim büyüdüğüm Agorayı kuzeyden çevreleyen eski Yahudilerin yaşadığı Çaveze, şimdiki adıyla Kurtuluş Mahallesindeki 940 Sokaka girdik. Bu sokağın adının Osmanlı zamanında Dellalbaşı Sokağı olduğunu biliyoruz.
Orhan Ağabeyle seyyah Evliya Çelebinin dikkat çektiği Kurşunlu Camisi önünden 816. Sokakın doğu tarafına saptık. Seyahatnamede adı geçen Kurşunlu Camisinin de fotoğrafını çektim.
Gerçi eski dönem mimarisinden hemen hemen hiç iz yok… Yeni onarımlarla sanki 10 sene önce inşa edilmiş bir camiye benziyor, ama olsun… Yüzyıllar öncesinden günümüze ismi ulaşmış ya, yeter…
Daha sonra 816 Sokakta ilerledik. Sol sokak başında duvara yapışmış gibi duran eski bir çeşme alınlığını gösteriyor Orhan Ağabey, hemen bir kare fotoğrafını çektim.
Yukarıya doğru yürüdük. Şimdiki adı Pazaryeri Mahallesi. Önveki dönem ismi ise Hanbey Mahallesine doğru… İzmirin ilk Türk yerleşim merkezleri buralar… Az ötede Emir Sultan Türbesi ve mezarlığı bulunuyor. Keza, 1960lı yıllarda İzmirin efsane Altınordu Spor Kulübünün de merkez lokali işte bu mahalle sınırlarında.
Biraz ilerde bir ara sokağa girdiğimizde Orhan Ağabey bir kuru çeşme alınlığını gösteriyor. Aman Allahım, ta Roma – Bizans dönemlerinden kalma pınar mahsun bir halde ıssızlığa isyan ediyor sanki… Kim bilir oluğundan buz gibi içme suyu aktığı günlerde, yıllarda nice insanlar bu çeşmenin başında sohbetler edip susuzluklarını gidermişti.
Çocukluğumda haftada bir mutlaka gittiğim Efedayı Açıkhava Sinamesına doğru yürüyoruz… Orhan Ağabey, yeni halini gösteriyor bana:
– Üzeri tenteli çatı görünüyor ya…
– Evet…
– İşte orası senin çocukken gittiğin sinemanın arsası…
– Deme yahu…
Derken üzerine basıp geçtiğim koyu granit taşına işaret ediyor ve bu taşın Sütveren Dede türbesinin kalan son kabir başı taşı olduğunu söylüyor.
Burası Emir Sultan Türbesine komşu, meşhur Taşlı Çeşme Sokağı… Sonra 1671 yılında uğradığı İzmiri Seyahatnamesinde anlatan Evliya Çelebinin gördüğü Faikpaşa Camisi önünde buluyoruz kendimizi… Tam o sırada akşam ezanları okunuyor… Caminin Beylikler Dönemi mimarisindeki minaresini alacakaranlıkta fotoğrafladım.
Derken, bir de ne göreyim? Tarihi caminin sıfırında bir inşaat temelleri yükseliyor… Caminin estetiğinin resmen canına okunurcasına…
Konak Belediyesi inşaat ruhsatı vermiş midir? diyoruz OrhanAğabeyle birbirimize. Orhan Ağabey bir Ahh… diyor… Tarihi caminin kuzey duvarını gösterip koskoca çatlağa dikkat çekiyor. Bu cami böyle onarıma muhtaçken cami kapısının tam yanına inşaat izni vermek doğru mu yanlış mı? diyor… Ben de yanlış olduıunu söylüyorum.
Bir of çekip Konak Belediye binasına tepeden bakıyoruz… Hepsi- hepsi 300 metre kadar uzaklıktayız
Sonra aşağıya sallanıyoruz. O da ne, sol yanımızda ev ve dükkanlar arasında dev blok taşlarla örülü bir duvar… Roma dönemi şehir surlarından bir son hatırayı görüyorum, hemen bir poz da burada çekiyorum…
Sonra tura başladığımız Basmane Kara Fırınının önüne çıkıyoruz… Bir esnaf arkadaştan iki sandalye rica edip Basmane Çorakkapı Cami minaresi manzaralı meydanda yorgunluk çaylarımızı yudumluyoruz…
Kaybolan izmire kim dur deyip gelecek kuşaklara hatıra bırakacak?.. Bu denli zengin görsel obje hangi memlekette terk ediliyor?.. Anlam veremiyoruz bir türlü. Rantiyenin gözü kör olsun… Keşke şu kaybolan Türk İzmirine birileri sahip çıksa da kurtarılsa…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.