1980lerin sonu, 1990ların başında Sovyetler Birliğinin öncülüğündeki blok çökünce sosyalist solun tehlike olmaktan çıktığını düşünen büyüklerimiz demokrasimizin sol kanadını onarmaya karar verdiler ve yasaklarımızdan birisi kaldırıldı! Arkasından, ülkemizin egemenleri ve aydınları bir salgın hastalığa tutulmuşçasına Avrupa Birliği sevdalısı oldular. Avrupa ülkelerinde ne varsa bizde de o olmalı yaklaşımı toplumun her alanına hızla yayıldı.
Türkiyeyi ABye girmeden AB ülkesi gibi yapmaya kararlıydı herkes. Onlar birbirleriyle çok ayrı noktalarda bulunsalar da, çok farklı siyasal ve ideolojik görüşleri savunuyor olsalar da, AB sevdası onları aynı pota içinde birleştiriyordu. AB yöneticileri ne derse, ne isterse onlar için adeta birer buyruktu ve tartışmasız yerine getiriliyordu bu talimatlar. Böylece ülkemizdeki pek çok yasak teker teker ya da grup grup kaldırıldı; toplumsal yaşam çok daha fazla özgürleştirildi, kağıt üzerinde
Oysa biz yüz yıllardır beceremezsen yasaklarsın anlayışıyla yönetiliyor ve sorunlarımızı kolayca çözüyorduk. Çözülmeyen, çözülemeyen, çözülmek istenmeyen ya da aslında egemenlerin çok da umurunda olmayan sorunlarımızı da görmemezlikten gelip huzurlu bir yaşam sürdürüyorduk.
1982 yılında, beş generalin emir, komuta ve güdümü altında bir Anayasa hazırlamış ve halkımızın çok büyük çoğunluğunun onayıyla yürürlüğe koymuştuk. Avrupa ülkelerinde ne varsa bu Anayasada da vardı ama onlardan farklı olarak, hak ve özgürlükleri ifade eden her maddenin sonuna ancakla başlayan bir cümle eklemiş ve önceki ifadeleri hükümsüzleştirmeyi becermiştik. Böylece insana yaraşır hakları verir gibi yapmış ama aslında yüzlerce yıllık geleneğimize uygun olarak yeni bir anayasal yasakçı düzen üretmiştik.
Ülkeyi yönetenler, yıllardır bu Anayasadan kurtulma uğraşı içindeler. Yıllardır hazırlanan taslakları, yapılan tartışmaları, kesinleşen değişiklikleri izlemeye, aradaki farklılıkları anlamaya, algılamaya uğraşıp durduk. Kim neyi neden istiyor, kim neye niçin karşı çıkıyor, hangi düzenlemenin arkasında aslında ne var doğrusu ya anlamak için çok zorlandık. Yalnızca bir konuyu iyi kavradık bu hırgür arasında: Tartışmalar daha çok özgürlük, daha uygar bir yaşam kurgusundan çok hangi alanlarda hangi yasakların nasıl düzenleneceği noktasında düğümleniyor. Beyin hücrelerimizin genlerine yerleşmiş yasakçılık burada da kendisini gösteriyor anladığımız kadarıyla.
Şimdi yine gündemde olan bir anayasa değişikliği çalışması var. 12 Eylül 2010 günü halkoyuna sunulacak ve halkımızın takdiriyle kabul ya da reddedilecek. Süregelen tartışmalarda evet ya da hayır tarafında yer alanların tamamında, birbirine ve genel olarak topluma karşı yoğun bir güvensizlik duygusunun egemen olduğu görülüyor. Söylenen her sözü, açıklanan her görüşü, olası tehlikeler hakkında endişeler, kaygılar biçimlendiriyor. Bu kaygı ve endişelerin sahipleri, sorun yaratacağı varsayılan olası tehlikeleri yüzlerce yıllık beceremezsen yasaklarsın yaklaşımıyla çözmeyi öneriyorlar.
Dünya değişiyor, toplumlar değişiyor, yaşam değişiyor ama bizdeki egemenler bir türlü değişmiyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.