Bilip bilmezlikten, görüp görmezlikten gelen toplumumuz ve bu toplumun aynası yöneticiler sorunlar kabına sığmayıp ortalığa saçıldığında, bunlar ayrıksı ve tekil olaylarmış gibi davranmayı nasıl da beceriyorlar! Oysa herkes biliyor, sokaklarda, yetiştirme yurtlarında, çocuk ıslah evlerinde, mahpushanelerin sübyan koğuşlarında yaşananları… Bilmiyordum diyen ya yalan söylüyordur ya da düşler dünyasında yaşıyordur ve bu dünyaya ait değildir.
Yaşanan ve gazetelere yansıyan olayların yansıdığı kadar olduğunu sanıyorsanız, siz de bu dünyaya, bu topluma ait değilsiniz. 50li, 60lı yıllarda köprü altı çocukları olarak adlandırılan sokak çocukları, o günlerde ağırlıklı olarak İstanbulun sorunuydu. Geceyi genellikle Galata Köprüsü altında geçirdikleri için böyle adlandırılıyorlardı. Şimdi ne o eski Galata Köprüsü var, ne bu sahipsiz çocuklar bir köprü altına sığacak kadar az, ne de sorun yalnızca İstanbula özgü…
Çevrenize bakın, sorunun nedenlerini hemen göreceksiniz. Sokak çocuklarıyla gecekondular; çocuk ıslah evlerindeki sorunlarla hazineyi öğüten yolsuzluklar; ahlaki çöküntü ile sağlıksız kentleşme vs. vs. arasındaki bağı ve bütünlüğü saptayacaksınız. 50li, 60lı yıllarda bunlar ve benzeri sorunlar kolayca çözülebilecek nitelikte ve boyuttaydı ama şimdi olduğu gibi o zaman da sokak çocukları kimsenin derdi değildi. Aslında bugün olduğu gibi o günlerde de toplumdan ciddi bir istem gelmedi sorunun çözülmesi için. Çünkü bugün olduğu gibi toplum yine her şeyi bilmesine karşın bilmez görünüyordu! Birçoklarına göre bunlar süfli konulardı, bunlar için kafa yormaya değmezdi, zaten gelişmiş ülkelerde bile bu sorunlar vardı. Onların çözemediği sorunu biz nasıl çözecektik ki!
Aradan yıllar geçti; sorun büyüdükçe büyüdü. Artık, sokaklarda kölelik koşullarında çalıştırılan, dilendirilen çocuklara kıyıldığını duyuyoruz zaman zaman. Bazen birbirlerine kıyıyorlar, bazen içinde yaşadıkları koşullar öğütüyor onları. Kıyımlar haber yoğunluğunun az olduğu günlere rastlarsa gazetelerin sayfalarına, televizyonların programlarına yansıyor. Arada bir de Bedrettin gibi küçücük yavruların dramı yansıyor basın yayın kuruluşlarına. Kamu vicdanını gıdıkladığı için gazeteler onların üzerinden sorunu deşeler gibi yapıyorlar bu zamanlarda. Sonra, Bedrettinin başına gelenler üzerinden yapılan eleştirilerin sisteme yöneldiği görülüyor ve panik başlıyor. Bedrettinin oturduğu mahalleye, ailesinin çıktığı köye haberciler gidiyor. Komşularla konuşuluyor. Aslında Bedrettinin ailesinin ne kadar zengin olduğunu; o servetin kaynağının dilencilik olduğunu öğreniyoruz, kendilerine mikrofon uzatılan komşulardan. Konuşmanın fonunda gösterilen Bedrettinin evi söylenenleri doğrulamıyor ama olsun, komşular çok iddialı biçimde açıklıyorlar düşüncelerini. Görüntü değil sözler kalıyor belleklerimizde. Zaman zaman gazetelerde yer alan zengin dilenci geyiğine aşina olduğumuzdan komşu sözlerine kolayca inanıveriyoruz.
Sonra, ailenin çıktığı köyün büyük kentlere dilenci ihraç eden bir yer olduğunu keşfediyor ve bize aktarıyor bazı televizyonlar. Bunlar zaten böyledir; dilencilik ruhlarına işlemiş bunların demeye getiriyor o televizyonlar. Böylece beynimizdeki yıkama/ütüleme tamamlanmış oluyor ve kendi kendimize konuşuyoruz: Adamların genlerinde var dilencilik. Baksana, çıktıkları köy dilenci fabrikası. Zaten dilenmek için gelmişler oradan İstanbula. Devlet ne yapsın, hükümet ne yapsın? Ama olan biten yalnızca Bedrettinle sınırlı değil ki! Sistemi aklama adına bütün söylenenler doğru olsa da, minicik çocuklara bile dilencilik yaptırıldığı; beş yaşındaki Bedrettinin kendisi gibi çocuklarca öldüresiye dövüldüğü; bu ülkede bunların yaygın biçimde yaşanmakta olduğu gerçeğinin üzeri örtülemiyor kuşkusuz.
Gayretkeş habercilerin insanüstü çabaları tek başına yetmiyor sokaklarda, yetiştirme yurtlarında, çocuk ıslah evlerinde, mahpushanelerin sübyan koğuşlarında yaşananları yaşanmamış saymamız için. Kafamızı kuma gömmemiz, bildiklerimize inanmamamız gerekiyor, ülkemizin her önemli sorunundan da önemli olan bu sorunu yok saymamız için.
Sorun on yıllardır çözülmediğine; her geçen gün daha da büyüdüğüne; habercilerin haber değeri buldukları tekil bir olayla, ara sıra gündeme geldiğine ve bir süre sonra, yeni bir olaya değin unutulup gittiğine göre öncelikle kendimizi sorgulamamız gerekmiyor mu?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.