İnsan Neyle Yaşar?

11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni izlemek için 29 Ekim tatilini fırsat bilip İstanbul’a gitmiştim iki hafta önce.

Bir seyahatten dönünce dostlarımız bize “yediğin içtiğin senin olsun, gezdiğin gördüğün yerleri anlat ” derler ya; ben de yiyip içtiklerimi hem de gördüklerimi anlatıyorum görgüsüzce. Evet biraz “görgüsüz” olduğumu peşinen kabul ediyorum.

Mesela 1777’den beri dimdik ayakta kalmış bir lokumcunun önünden geçip de lokum yememek olur mu?

Geçmişten günümüze dimdik ayakta kalmış “eserler” yalnızca müzelerde mi saklı durur sanırsınız? Sokaklarda asıl eserler! Hacı Bekir 471. bayram şekerini müşterilerine sunarken üç kuşak boyunca nice zamanların ekonomik, toplumsal, siyasal olaylarına tanıklık etmiş diye düşünmeden alamadım kendimi.

Göz ve damak tadının iyiyice keyfine vararak mideme indirdiğim bir lokum, dişlerimin arasından ince ince tadını salmaya devam ederken, “Ne padişahlar, vezirler, dervişler, ittahat ve terrakiciler, Rumlar, İngilizler ile Cumhuriyet devri, askeri rejim, sıkıyönetim zamanlarının insanları ağızlarında Hacı Bekir lokumunun tadıyla neler düşündüler acaba?” diye düşünmeden alamadım kendimi.

İstanbul’da tarihin içinde yürüyorsun; camiler, şadırvanlar, binalar, meydanlar, dükkanlar, sokaklar, caddeler bir masal diyarı atmosferiyle çepçevre içine çekiyor insanı. Mısır Çarşısı’nda baharatçılar, şekerciler, şerbetçiler, kahvehaneler en az dört yüz yıllık tadımları sergiliyor vitrinlerinde.

Çiçek Pasajı, Beyoğlu derken lokantaları, meyhaneleri, sinemaları, kitabevleri, şapkacı dükkanları, kunduracılar her biri 200- 300 yıllık binaların içinden, arasından baskın çıkıp, kendilerini ortaya çıkarmaya çalışsalar da o görkemli tarih dokusunu henüz yok edememişler.

Hala Mısır Çarşısı’ndan geçip Kapalıçarşı’ya dalınca ipek dokuma kumaşları, keten örtüleri, Acem şalları, İran halıları, Çin porselenleri, dövme bakır ibrikleri ve saraylı takılarıyla masal diyarının kahramanlarından biri olup çıkveriyorsun Beyazıt Meydanı’na.

Az ötede çeyrek asır önce altında çay içtiğim koca çınara selam verip geçince, sahaflarda taş baskı kitaplar, deri üzerine hat yazılı sayfalar bulmak mümkün hala.

Ölüm insan için nasıl kabul edilemez bir gerçek. Şu işi tamamlayıp, bu zorunlu gaileyi de atlatıp, tam da istediğimiz gibi yaşayacağımız bir zamanın geleceğini umarak, yarına sağ çıkacağımızın da garantisi var gibi, bilmezlikten geliriz ölümü.

Zaman bizi bekler mi?

Yaşamak nedir ki oysa? İnsan neyle yaşar?

Hastalıkla pençeleşmeden yediğinin, içtiğinin, gezdiğinin, nefes aldığının kıymetini bilmek mi?
Geride hiçbir iz bırakmadan yok olup gitmek korkusuyla, çocuk doğurarak, sanat eseri yaparak, iyilik ederek hiç değilse adımızı yaşatarak ölümsüzleşeceğimizi sanmak mı?

“Nerden geldik, nereye gidiyoruz, biz kimiz?” gibi bin yıllık sorulara anlamlı bir yanıt bulmak için çabalamak mı?

Yaşadığımız çağa, insanlığa, topluma karşı bir borcumuzun olduğunu düşünerek sorunların çözümüne müdahil olmak sorumluluğu mu ?

Nedenini nasılını bilmeden amaçsızca yaşamak, hayattan zevk almak, aşık olmak, tutkuyla bağlanmak?

Bir kişiye, bir aileye, bir sevgiliye ait olmak. Bir işe, mesleğe, toplumsal bir davaya kilitlenmek, bir topluma, bir ülkeye ait olmak. Neyle, nasıl, ne için yaşar insan?

11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin teması “İnsan Neyle Yaşar? ”

Bu bir şarkı sözü. Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası.

“Üç Kuruşluk Opera” 1928 ekonomik kriz yıllarında tüm dünyada ses getiren bir oyun olarak, kapitalizmin eşitsizlik, adaletsizlik ve insani değerlerin çökmesindeki etkileri karşısında insanların, aydınların ahlaki, cinsiyetçi, çevresel duyarsızlıklarına çarpıcı eleştiriler getirerek yıllar boyu tüm sanat dallarını etkilemişti.

Bienal krüataörleri bu konsepti seçerken bugün içinde bulunulan ekonomik ve sosyal çöküşe karşı sanatın ve sanatçıların toplumun acil çözüm gerektiren koşulları karşısında duyarsız kalmamayı ve 80 yıl sonra tekrar sorulan bu soru ile yeniden yaşama müdahil olmanın önemine işaret ediyor.

Krüatörler ve sponsorlar oldukça ilginç bir tezat oluşturuyor.

Eczacıbaşı ve Koç holdingler ile onların himayesindeki vakıf İKSV sponsor. Zagrebli sergi düzenleme kurulu ise 152. yıldönümü dolayısı ile düzenledikleri Komünist Manifesto sergisinin üç kadından oluşan kolektifi: WHW (Ne, Nasıl, Kim için? )

Bu ekip ve sponsorların tezatlığına bakınca “oldukça iddialı, keskin bir sanatsal sergi şöleni” diye düşünmüştüm.

Sergi mekanları harikaydı ama açık söylemek gerekirse oldukça siyasi bir içerik taşıyan bu soruya cevap arayan eserler bulmayı amaçlayanlar için hayal kırıklığı yaşamak kaçınılmaz oluyor. Şunca yıllık sanat eğitimi almış ve sanat üretimi için kafa yoran naçizane benim gibi konu ile ilgili olan birçok kişi de modern anlatımlı sanatın bu denli ” özgür ve kendi canı istediği gibi” ifade tekniği karşısında pek de aradığını bulamadı.

Sanatın, sanat eserinin bir türlü “pazarlama işi” olmaktan kurtulamamasına bir çare gibi görünen klasik malzeme ve ifadelerin, sergi ve sunum değerlerinin değişmiş olması da umut edilen geniş kesimlerce anlaşılmasını sağlamıyor. “Çağdaş sanatın, modern sanatın geniş kesimlerce anlaşılmak gibi bir derdi yok” deniliyorsa, o zaman niye böyle siyasi bir içerik taşısın sergi?

Niye açılış galasında bienali düzenleyen küratörler “Toplumun acil çözüm bekleyen ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm getirecek stratejik yaklaşımlara sanatçıların da dahil olması adına” gibi bir sunum yapıyorlar?

İki yıl üzerinde böyle bir ekiple, böyle bir konu üzerinde çalışılmasına rağmen “anlaşılması epeyce uzmanlık(!) gerektiren sanat sergisi” için galiba düşmanı yanına çekmek isteyen sanat sponsorlarının da emekleri ve masrafları boşa gitmemiş!

Birkaç sanat işi dışında beni etkileyen ve hala etkileyen sorunun kendisi oldu: “İnsan Neyle Yaşar? ”

Arsız ve görgüsüz gözlerimin peşinden sürüklenen ayaklarıma kara sular inene dek üç gün dolaştım İstanbul sokaklarında. Çektiğim birkaç kare fotoğraf da şahidim olur.

Sezen Aksu şarkılarından birinde “Benim meskenim dağlardır dağlar” diyordu.
Sokaklardır sokaklar.

Kentte yaşıyorsanız sokaklarda hayat.

Sokağa çıkmak lazım, toplum adına kapalı kapılar ardında ne yaparsa yapsın kimileri.

Hayatı sokaktaki insan sokaklardan değiştirecek.

İnsanların neyle yaşadığını sokak aralarındaki fısıltılardan anlamak lazım.

Haykırdıkları zaman hayat değişecek.

***

Adı sanı belli olmayan, Banksy kod adlı genç bir sanatçının dünyanın birçok ülkesinin sokağına yaptığı işlerden ikisini sokak sanatının çarpıcılığına örnek olarak sunuyorum.

Belki çok yakın bir gelecekte İzmir’in sokaklarında da uluslararası sokak sanatının bir örneğini duvarlarımızda görebiliriz, kim bilir?

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın