Başbakan’ın “gazete boykotu” çağrısına yanıt olan bildirinin son tümcesi şöyle:
“Bugün karşı karşıya olduğumuz engellerin aşılması ancak basın ve ifade özgürlüğünün önündeki yasakların kaldırılmasıyla mümkündür. Gazetecilerin gazeteci olarak çalıştırılması gerekir ve sendikalaşmaları sağlanmalıdır.”
Kim sağlayacak sendikalaşmayı?
Patronlar mı?
Hükümetler mi?
Patronlar istemiyor.
Gelmiş geçmiş hükümetler görmezden geliyor.
Sorun hiç birinin değil ki, çalışanların.
Aradan neredeyse 15 yıl geçmiş. O zamanlar Sabah Grubu’nun patronu Dinç Bilgin’le yaptığım söyleşide lafı dönüp dolaştırıp sendikaya getirmiştim. Aynen şunları söylemişti:
“İşverenin tercihi elbette iş yerinde sendika olmasından yana olmaz. Ama o tercihidir. Yani o konuda yapabileceği pek bir şey olamaz. Sendika, işçilerin kurduğu bir kuruluş. Yani o benim dışımda bir şey” (Babıtelli, İzmir Kitaplığı, 1995, Sayfa, 109)
Doğru söze ne denir.
Sendika elbette ilk önce çalışanların sorunu.
Patronun bir işaretiyle, bir gecede sendikalarını boşaltanlara, korkularını sendika yöneticilerini kötüleyerek saklamaya çalışanlara kim ne yapsın?
Yıllarca izledim. Ne zaman söz sendikadan açılsa, “Yav sendika da…” diye başlayan tümcelerle karşılaştım. Oysa sendika demenin bir büro ve bir-kaç yönetici olmadığını çalışanlar bilmiyorlar mı?
Siz, o anlı şanlı köşe yazarlarımızdan büyük çoğunluğunun köşelerinde sendika sözcüğüne rastladınız mı hiç?
Devletin ajansında çalışanlar sendikalı da “patronların medyası” niye sendikasız?
Sabah grubu sendikalı olsaydı, üç-beş kişi Dinç Bilgin’in aklını çelip bankacılığa bulaştırabilir miydi?
Tüm medya sendikalı olsaydı medya ve iktidarlar arasında hala yaşanmakta olan “al gülüm ver gülüm” bu boyutlara gelebilir miydi?
Genel yayın müdürleri bu kadar “afralı-tafralı” olabilirler miydi; göğüslerini gere gere iş takipçiliği yaptıklarını söyleyebilirler miydi?
Geçen akşam, CNN TÜRK’te Tarafsız Bölge’ye konuk olan Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, her konuya değindi, sendikasızlık hariç.
Bakıyorum da herkesler “medyamız nasıl kurtulur” sorununu düşünüyormuş da bu “zor” soruya” bir türlü yanıt bulamayışı oynuyor.
Kolayı var:
Açsınlar arşivleri, onlarca kez bir araya gelişleri, alınan kararları ve altında imzaları bulunan o kararlara nasıl uymadıklarının “tarihçesine” bir göz atsınlar.
Onlardan birini ben anımsatayım:
Tarih, 31 Ocak 1994. Oktay Ekşi’nin başkanlığında gazetelerin, televizyonların, ajansların “en yetkilileri” oturup dokuz maddelik metin üzerinde anlaşıyor ve altına imzalarını atıp 1 Şubat 1994’te de birinci sayfalarından kamuoyuna açıklıyorlar.
Sizi sıkmayayım, yalnızca iki maddesini anımsatayım:
* Bir kamu müessesesi olan gazetecilik mesleğinin ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilmesi kesinlikle karşı olduğumuz ve olacağımız bir husustur.
* Son zamanlarda kamuoyunda eleştirilere yol açan ve giderek basın özgürlüğünü istemeyen çevrelere de fırsat verecek hale getiren basın içi gerginliğe son vermeyi, hem mesleğimize hem de kamuoyuna karşı bir borç saymaktayız.
Geçen 15 yılda yaşananlara, bugün süren kavgalara baktığımızda, bunun adı “bile bile lades” değil de nedir.
Son bir şey:
Medyaya köpüren yetkililer, bakanlar, başbakanlar, bir gün de, “Yav kardeşim, demokrasi deyip duruyorsunuz. Şu demokrasiyi önce iş yerlerinizde görelim. Sahi sizin çalışanlar niye sendikalı değil?” diye sorsunlar, yeminle, dişimi kıracağım…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.