Sabahı zor ederdik, haberlerimizin gazetede yer alması büroda büyük bir mutlulukla karşılanır, herkes haberi çıkan arkadaşı kutlardı. Bayram havası yaşanırdı. Bir de haberde imza varsa, işte o zaman keyfimize diyecek yoktu.
Henüz faks yoktu. Telefoto ile fotoğrafları geçerdik. Karanlık odamız vardı. Karanlık odaya girmeyen, film yıkamayan ve basmayan arkadaşımız yoktu. Okul gibiydi. Teleksi kullanır, telefoto ile fotoğraf geçer, karanlık odada film yıkar ve karta basardık. Her yeni gelene bunlar öğretilirdi. Haftada bir, gece nöbeti tutardık. O yıllarda henüz öğrenci olan Merih Ak geceleri çalışmaya gelir. Bütün işleri yüklenirdi. Çok çalışkandı. (Hala öyle…)

Bektaş Türk, magazinden sorumlu arkadaşımız sayesinde sanatçılar büromuza oldukça sık gelip giderlerdi. O’nun sayesinde davetiyeler gelir, oyunlara, konserlere giderdik. Benim masamın karşısında Çağlayan Bilgen, yanımızda Bülent Demirsoy, vagon gibi sıralanırdık. Sedat Peker, Hakan Yiğit, Bülent Katarcı, Timuçin Tülis, Yılmaz Dilek.
Birgün Yılmaz Soytürk çıkageldi. Kulağıma eğildi. “Abi merhaba, Okan Yüksel’in selamı var. Bana renkli fotoğraf çekmeyi öğretir misin?” (Dün gibi… Şimdi emekli, Foça’da keyif sürüyor. )
İlan servisinde Hayati Tuncer ve Gamze Karadede, dağıtımda Ercan Özderici, Şenol Baskın, Bedri Kurtuluş, spor servisinde Bülent Ulukan, Tayyar Özdemir, Gürsel Kuru, Mehmet İnce, Sinan Genç ve stajyerler, Atilla Özgen… Hafta sonları spor servisine yardıma gidilirdi. Kale arkasına geçer fotoğraf çekerdik. Kale arkasında o yıllarda kimler yoktu ki… Hemen herkes her göreve giderdi.
Ama bir gün şöyle bir olay yaşadım:
Büro şefimiz Nurettin Tekindor beni Selçuk Festivali’ne gönderdi. Gideceğim, ama arabayı ben kullanacağım, fotoğraf çekeceğim ve haber yazacağım. Ohhh, üç kişilik iş bir kişiye… Bir koyundan üç post gibi bir durum…
Tepki gösterdim. Bir anda tatsızlık yaşandı ve ayrılmaya karar verdim. Bu mesleği yapmayacağımı söyledim. Herkesle vedalaştım. Balbay’ın odasına gittim. Öpüştük. “Ayrılıyorum” dedim.
Kapıdan çıkmaya hazırlanıyordum. Bülent Ulukan seslendi ve beni çay içmeye çağırdı. Ben Bülent Ağabey ile spor servisinde çay içerken, istihbarat servisinde Balbay, isyan bayrağı açmış. “En iyi adamlarım birer birer gidiyor. Işık giderse ben de giderim” diye rest çekmiş. Bunları sonra öğrendim.
Bülent Ağabey ile vedalaşıp kapıdan çıkarken, Önder Ağabey arkamdan yetişti ve beni Nurettin Ağabey’in çağırdığını söyledi. Yanına gittim. Bana ne iş yapacağımı sordu. Ben de O’na “Kamyon şöförlüğü yaparım” dedim.
Nurettin Ağabey, “Hadi oradan deli adam. Git masana, işe başla” diye sitem etti.
O gün bugündür, Nurettin Ağabey beni nerede görse kamyon şöförlüğü aklına gelir. Ve o gün bu söz yüzünden bana çok kızdığını söyler durur.
Eğer o gün Mustafa Balbay, tepki koymasaydı, ben gazetecilik mesleğine gerçekten veda edecektim ve bugüne kadar tanıdığım, dost olduğum, dostluklarımı sürdürdüğüm onlarca insan olmayacaktı. Teşekkürler…
Ağzına sağlık Mustafa Balbay…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.