Dil ve ulusalcılık

Türk Dil Kurumu’nun dilimizi yabancı dillerin etkisinden kurtarmaya çalıştığı 1980 öncesi günlerde tanıştığım Hollandalı bir arkadaş dildeki arılaşma çabalarının kendisini çok şaşırttığını söylemişti. Söylediklerini anlamadığımı görünce de şaşkınlığının asıl nedenini açıklamıştı. Ona göre dile böyle sahip çıkmak ve arılaşma çabaları aşırı milliyetçilerin işiydi. Örneğin Almanca’nın yabancı sözcüklerden arındırılması için en yoğun çaba Adolf Hitler döneminde harcanmıştı. Oysa Türkiye’de bunu solcular üstlenmişti. Birkaç yıldır her yaz Türkiye’ye gelen Hollandalı arkadaşımı solcuların bu tutumu çok şaşırtıyordu. Tanıştığı milliyetçi ve sağ görüşlü insanların bunu önemsememeleri bir yana dilde arılaşmaya karşı çıkmaları onun şaşkınlığını daha da artırıyordu. “Türkiye ve insanları çok tuhaf, sizleri anlamak hiç kolay değil” diyordu.

Hollandalı arkadaşımla yaptığımız o görüşmeden bir süre sonra ülkemizde ciddi bir altüst oluş yaşandı. Etkileri bugünlere uzanan o altüst oluşun mimarları Türk Dil Kurumu’nu devlet dairesine dönüştürerek yeni bir yapılanma ürettiler. Artık dilde arılaşma çabaları bitmişti. Dilimizin çatısını koruyup kollayacak; yabancı dillerin olumsuz etkilerine karşı önlemler alacak bağımsız, özerk ve tek kılavuzu bilim olan bir yapılanma da kalmamıştı ülkemizde. Dilimizi savunmasız bırakmanın öncülüğünü yapan 12 Eylülcüler ve onların destekçileri dilde arılaşmanın bölücülük olduğunu savunacak kadar sağduyularını yitirmişlerdi. Yayınladıkları genelgelerle, birçok Türkçe sözcüğün, başta TRT izlencelerinde olmak üzere kamu kurumlarındaki yazışmalarda kullanılmasını yasaklamışlardı. Bütün bunlar kuşaklar arasındaki iletişim kopukluğunu önlemek için milliyetçilik adına yapılıyordu. Mesela yerine örneğin, imkân yerine olanak, ihtimal yerine olasılık, emir yerine buyruk, kaybetmek yerine yitirmek diyenin yandığı gündü o günler. Hem uyarılıyor hem de izlemeye alınıyordu yasak sözcükleri kullanan kamu çalışanları.

Dilimizi doğru kullanmak; doğru yazmak, doğru konuşmak; yazım kurallarına uymak, özenli olmak hiç önemli değildi. Önemli olan arılaşmayı yok etmekti. Kısaca Osmanlıca denilen Türkçe, Arapça, Farsça kırması, hiçbir ulusal kimlik belirtisi taşımayan uydurma dili korumaya çalışıyorlardı sözcük yasakçıları. Dilin, ulusal kimliği belirleyen en baskın özellik olduğunu ya bilmiyorlardı ya da bile bile böyle davranıyorlardı. İki durumda da yaptıkları aymazlıktı.

Şimdi, hem kuşaklar arasında iletişim sorunu yaşıyoruz hem de dilimizin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunu; yanlış kullanıldığını; daha da kötüsü bu sorunların toplum içinde çok da önemsenmediğini görüyoruz. Temelleri 12 Eylül 1980 darbesiyle atılan ülkemizdeki yeniden yapılanma süreci, birçok alanda olduğu gibi dilimizde de yozlaşma ve kimliksizleşmeye kapılar açtı. Bugün toplumumuzda derinleşmekte olan bir ulusal özgüven sorunu varsa bunun başlıca nedenlerinden birisi işte bu kimliksizleşmedir. Unutulmamalıdır ki, diline sahip çıkmayan uluslar önce kimliklerini, sonra da özgüvenlerini yitirirler.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın