Umur Talu’nun Sabah’taki “Hakikat ve Sadakat” yazısını (1.11.2007) okurken aklıma geldi. Gazetelerinden kovulan bazı “baba ve anayiğitler” oturup üç günde bir kitap devirirken, yaşadıkları 22 yılın hüzün tablosunu çiziktirirken, yine bir gecede ortadan kayboluverenler ve köşelerine çekilenler neden “bi şeyler” yazmamışlardı?
Sorunun yanıtını buluverdim. Onlar zaten içindeyken yazmışlardı. Geriye kala kala dedikodular kalmıştı ve ona da tenezzül etmemişlerdi.
“Atakürt” yazısı nedeniyle hemen “kellesi isten” Ahmet Altan’ı anımsayın.
16 yıl emek verdiği gazetesinde daldığı “dipsiz kuyularda” soluksuz bırakılan ve bir veda yazısı bile çok görülen Umur Talu’yu bir kez daha anımsayalım lütfen.
O güzelim yazıları hâlâ içimizi titreten Aydın Engin (Müebbed Şefim) neden yok? (Aydın Ağabey, ‘seyyar gazetecin’ Ümit, seni çok özledi)
Hâlâ, kamu adına iş yaptığını söylemekten hiç sıkılmayan, utanmayan, yüzü kızarmayan adamların medyasına dönüştük.
Sevelim, sevmeyelim en yakınımızdaki insanların en zor döneminde yanında olamıyorsak, görmezden geliyorsak, üzerlerine basıp geçiyorsak, bir telefonu bile çok görüyorsak, “kamu” bizi ne yapsın?
Göz göre göre onca yalanı birbirlerine yağmur gibi yağdıranlara “kamu” nasıl inansın?
“Ayrılmasaydınız yazar mıydınız?” sorusuna “Hayır yazmazdım” yanıtı veren “ünlü” gazetecinin samimiyetine bu “kamu” ne yapsın?
Köhnemiş, bilgisiz, ilgisiz ve yüzsüz ve de ” çok sadık” medyacılığımız nereye kadar?
Vicdanlarımız, omurgalarımız param parça, bu yaşamak mı?
Rezilliğimiz gırtlağa dayandı, farkında mısınız?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.