Büyük bir ağırlık yükü altında babalar inim inim inliyor. Anneler ağırlıklı olarak ev kadını, evlerde büyük anneler, büyük babalar da var; onların da yükü ailelerin omuzlarında. Çünkü emeklilik sistemi diye bir şey yok. Yıllarca çalışıyorsun, yaşlılık yılları gelip çattığında eğer kira veya faiz gibi bir gelir yoksa yandın. Eğer elde avuçta altın veya bilezik gibi mini yatırımlar da yoksa iyice yandın.
Böyle bir dönemde evin ekonomik gelir gider tablosu babanın elinde, anne ise eline verilen para ile evi yönetmek ve yönlendirmek zorunda. Bakıyorum da benim annem bu işi iyi beceriyormuş zamanında. Babam İzmir Belediyesi’nde direksiyon sallıyor. Yanlış hatırlamıyorsam galiba 350 lira falan alıyor.
Oturduğumuz ev anneannemin, O’na dededen kalmış. Anneannem yaşamında hiç çalışmamış. Aynı evi paylaşıyoruz. Evimiz bir papazın terk ettiği iki katlı ahşap bir yapı. Maviye boyanmış ahşap bir kapıdan giriliyor ve karşınıza dar bir koridor çıkıyor. Ama bu koridor salon falan değil, doğrudan bahçeye açılıyor. Koridorun sonunda nar çiçeği ağacı, hemen yanında hatmiler uzatıyor boyunlarını güneşe ulaşabilmek için. Tuvalet ve lavabo da bahçede. Bahçeden üç basamak ile evin bodrum katına iniliyor.
Bodrum katında salon ve açık mutfak salonun yanında ise küçük bir oda. Mutfağın üstünde kocaman bir yarık, içinde papazdan kalmış kılıç, iki parçaya bölünmüş bir tabanca, ıvır zıvır malzemeler. Salondan tekrar on basamaklı ahşap merdivenlerden yukarı çıkılıyor, yine küçük bir koridor ve ahşap bir kapı. Bu kapı da yine çok büyük bir odaya açılıyor.
Bizim ailenin birlikte yaşadığı üç kardeş, anne ve babamın paylaştığı yatak odası, oturma odası, misafir odası velhasıl insanın aklına gelen tüm odalar için bu bölüm kullanılıyor. Biz iki kardeş yer yatağında yatıyoruz. Büyük ağabeyim tek kişilik bir somyada. Anne ve babam ise Bulgar karyolasında uyuyor.
Gece olduğunda, karanlık çöktüğünde tuvalete gitmek bir mesele. Eğer bir de ay ışığı yoksa kabus gibi. On basamak merdiven inilecek. Bodrum katına gelinecek. El yordamıyla karanlıkta elektrik düğmesi bulunacak. Bahçenin lambası yakılacak. Bu arada hava koşulları nedeniyle bahçenin lambası sık sık bozuluyor. Lamba yanmadığı taktirde, üç basamak ile bahçeye çıkılacak, yaklaşık on metre uzaklıktaki tuvalete ulaşılacak. Korkudan pijamaya ve terliklere idrar bulaşacak doğru yatağa dönülecek.
İşte böyle bahçeli bir evde yeşili sevdim, ağacı tanıdım, çiçeklerin isimlerini öğrendim. Rahmetli anneannem İştip’ten göçüp geldiğinde ve yerleşip gençlik, evlilik ve yaşlılık dahil yaşamının bütün bölümlerini geçirdiği bu evde ben ilk fidanımı diktim, ilk çiçek tohumunu toprağa serptim ve büyümelerini, serpilip gelişmelerini izledim.
Palmiyeler, meyve ağaçları; elma, limon, erik, dut, mandalina ve armut… Ben bunların ürünlerini topladım afiyetle yedim, yedirdim ve ikram ettim.
Okul yılları, iş, aş ve koşuşturma günleri gelip çattığında annemin evini ziyaret ederek yıllar önce diktiğim fidanların metrelerce boy atmasını övgüyle izledim; keyif aldım, gurur duydum , onurlandım.
Yıl: 1990 Bostanlı, Şehitler Bulvarı’na girişte soldaki eczanenin hemen yanındaki sokakta beş katlı bir binanın üçüncü katında oturuyorum. Yeşil ile buluşmamızı balkonda ve evin salonunda sürdürüyorum. Abartmıyorum; yüzlerce saksı içinde çeşitli çiçekler üretiyorum ve büyütüyorum. Yetmiyor balkonlara taşıyorum.
O da yetmiyor apartmanın bahçesinde bir metre eninde beş metre uzunluğunda boş bir toprak parçasını gözüme kestiriyorum. Temin ettiğim dört adet demir ağacı fidanını bu toprak parçasına kutsal bir tören düzeninde dikiyorum. Sulaması biraz zor tabii. Kolayını buluyorum. Hortumu açıyorum gece kimsenin olmadığı, elin ve ayağın çekildiği saatlerde suluyorum.
Boy atmalarını izliyorum. Balkondan bana doğru ulaşmalarını büyük bir mutluluk içinde izliyorum. Her geçen yıl bana doğru geliyorlar. Dallarını bana doğru uzatıyorlar. Demir ağaçlarının yıllar sonra üçüncü kata, hatta beşince kata gelip apartmanı bile geçeceğini düşlüyorum. Derken 1993 yılında buradan taşınmak zorunda kalıyorum. Yine yeşil ile mavinin buluştuğu bir bölgeye Narlıdere’ye taşınıyorum.
Bu arada aklım iki yerde… Tepecik semtinde annemin evindeki ağaçlar ve Bostanlı’da ki demir ağaçlarında. Ağabeyimin evinin Bostanlı’da ve aynı sokakta olması nedeniyle ağaçlarımın boy atmasını izliyorum. Üçüncü katı geçtiler. Dördüncü kata geldiler. Beşinci kata ulaştılar. Apartmanı aşmak üzereler.
Annemin evindeki fidanlar ise o kadar çok ürün veriyor ki, mahalleliye taşıyor annem meyveleri. Yeşile olan sevgimi böyle gidermeye çalışıyorum. Yenişehir semtinin kapkaççılara mekan olduğu dönemlerde annem evi satıyor ve benim ziyaretlerim son buluyor. Yine de arkadaşlarımın yanına geldiğimde evin bahçe kapısının üzerinden boyunu uzatan nar ağacını görmek bile bana mutluluk veriyor.
Tıraş olduğum berber ile annemin sattığı ev karşı karşıya idi. Bir gün berber Savaş’ın telefonu ile irkildim. Bana evin yıkılıp dümdüz edildiğini bahçede ne kadar ağaç varsa söküldüğünü, arsanın tabanına beton atıldığını ve yeni bir bina yapıldığını söylüyordu.
Onlarca yıl emek verip büyüttüğüm, gözümden sakındığım ağaçlarımın yerinde şimdi demir çubukların üzerine dökülmüş betonlar ve onların üzerinde yükselen tuğlalar, kirişler ve kolonlar yer alıyordu. Hüzün duyduğum bu sokağa bir daha uğramadım.
Neyse ki Bostanlı’da elimle diktiğim minicik demir ağaçları on metreye ulaşmış, rüzgarda salınıp duruyorlardı. Bunu düşünmek bile bana keyif veriyordu.
Geçtiğimiz aylarda ağabeyimin yemek önerisiyle Bostanlı’nın yolunu tuttuk. Hoş sohbet bir yemeğin ardından son arabalı vapuru kaçırmamak için alelacele çıkmamıza karşın demir ağaçlarımı ziyaret etmek ve onları görmek için sokağın ucundan başımı uzattığımda altı yıl önce diktiğim demir ağaçlarının yerlerinde olmadığını ve köklerinden kesilip yok edildiğini gördüm dehşet içinde…
Gerici, yobaz, tutucu, acımasız insanların yoğun olarak yaşadığı Yenişehir semtindeki yeşil düşüncenin, eğitim düzeyinin en üst seviyede olduğu insanların yaşadığı Bostanlı’dan farklı olmadığını düşündüm.
Önemli olan olan bu semtler arasındaki eğitim ve ekonomik uçurum değildi tabii. Önemli olan yeşili sevmek, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi, Orman Çiftliği’ne yapılacak ev için ağacı kesmek yerine evin taşınması, gerçek bir yeşil düşüncenin yaşama geçirilmesi değil miydi? Ha Bostanlı, ha Yenişehir ne fark eder ki…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.