Şimdi o tüm yaşanmışlıklar, bir öykü sanki…
Öykünün kahramanı ise Denizli’nin Babadağ ilçesinde işyaşamına dedeye ait ip eğirme tezgahında başlayıp Türkiye’nin sayılı işadamları arasına giren işadamı. Ve o işadamı son yıllarda bu kez finans sektöründe dikkat çekici taktikler ortaya koydu. Ahmet Nazif Zorlu, son olarak bankacılıkta da satrancı iyi oynadı.
***
Önce 1997 yılına kadar geriye gidelim.
O yıl; gelişmekte olan denizcilik sektörüne finansman sağlamak üzere 1938’lerde kurulmuş bir devlet bankası olan Denizbank; Sümerbank ve Etibank ile birlikte özelleştirme idaresi tarafından satışa sunulur. Türk bankacılık sektörünün saygın kurumlarından biri haline gelen Denizbank ’92’den ’97 yılına kadar olan süreçte ise oldukça yıpranır. 1997 yılının başında, Zorlu Holding DenizBank’ı Özelleştirme İdaresi’nden bankacılık lisansı olarak satın alır.
***
İşte Ahmet Nazif Zorlu ilk adımı bu bankayı son derece makul bir fiyata almakla attı. Denizbank’ı alarak birden ataklara geçmek yerine bir süre sessiz kalarak finans dünyasının nabzını öğrenmeyi tercih etti. Bu sırada bankacılık sektöründe sarsılmalar devam ediyordu. Bankaların birçoğunun art arda fona devredildiğini duymak artık sürpriz olmuyordu. Fon’a devredilen bankalar arasında en eski geçmişe sahip olan ise Tarişbank’tı. 1900’lü yılların başında incirdeki, yabancı tüccar ve komisyoncu tröstünü kırmak amacıyla Ekim 1913’te ortaya çıkan Milli Aydın Bankası-Tarişbank’ın fona devri de uzun süre tartışıldı. Çünkü 120 bin ortaklı dev bir çiftçi kooperatifi olan Tariş Tarım Birlikleri’ne ait olan Tarişbank’a el konma gerekçesi kötü yönetimdi. Yani Tarişbank “içi boşaltılan” bankalar arasında değildi.
***
Bundan sonraki süreç de hafızamda hala canlı. BDDK Tarişbank’la ilgili nasıl bir karar verecekti? Hazineye devredileceği söylendi, yabancılara satılacağı öne sürüldü. Görücülerin sayısı hayli fazlaydı, bir gün Ahmet Nazif Zorlu’yu arayarak “hayırlısı olsun Denizbank olarak BDKK ile anlaşmışsınız” dediğimde yanıtı “Siz nasıl öğrendiniz, yakın çevremdeki birçok kişi bile bilmiyor” olmuştu.. Tarih 21 Ekim 2002’yi gösteriyordu.
***
Aynı yılın sonuna kadar da Tarişbank`ın Denizbank ile birleşme işlemi tamamlandı ve öngörülen sözleşmeye göre, Tarişbank bedelsiz olarak Denizbank`a devredilirken; Tarişbank’a ait tüm gayrimenkullerle sorunlu krediler BDDK`da, bankanın kurumsal ticari kredileri, menkul kıymetler ve kart kredileri ile tarımsal kredileri ise Denizbank`ta kaldı. Sözleşme gereğince, Tarişbank`ın mevcut şubeleri ve personeli ile devredilmesi öngörülürken, Tarişbank`ın ekonomi ve sektör içindeki varlığı da tüm zirai kredileri ile Denizbank`a geçti. Yani Denizbank Tariş?le aslında tahmin edilenin de ötesinde büyük bir güç elde etmişti. Denizbank, personoli aynen devralacağı belirtilse de o dönemde yüksek maaş alan Tarişbank çalışanlarının yaklaşık yarısı tazminatları verilerek işten çıkarıldı.. Bu hamle oyunun en can yakıcı bölümüydü ancak ne gerekiyorsa onu yaptılar. Bu sırada Denizbank önemli bir hamle daha yaptı. Banka ayrıca Toprakbank`ın 68 bin müşterisi olan tüm kredi kartı portföyünü ve 17 şubesini de bünyesine kattı.
Şimdi Denizbank’ın Dexia’ya yüzde 75’inin satılmasıyla hafızamdan hızla geçenler bunlar… Tüm bu operasyanlarla birkaç yüz milyon dolarlık harcamaya karşın alınan 2.5 milyar dolar Sayın Zorlu’nun ana sütü gibi hakkı. Doğru ve zamanında taktiklerle risk almayı bildi. Demek ki başarılı olmak için sektörü tanımaktan öte, önce doğru ekip kurabilen, ekibine güvenen ve Türkiye?yi iyi tanıyan cesur bir girişimci ruh gerekiyor…
***
Sosyal patlama deyince
bomba sesi mi bekliyoruz
Seri katilleri, lise öğrencilerinin silahlı gasplarını, her gün artan cinayetleri heyecanlı bir polisiye merakı içinde izliyoruz. Birbirlerini nasıl suçlamışlar, aileler ne demiş, cinayetler nasıl gelişmiş.
Evet, cinayetler, akıl almaz canilikler gözle görülür şekilde artı. Tüm bu vahşilikleri göz görüyor da beyinler hala hatalar nerede diye algılamakta zorlanıyor.
Mesala, yaşadığımız her yerde, gözümüzün önünde sokak çocukları var bırakın çocuklarla ilgilenmeyi köşe bucak onlardan kaçılıyor. Bu ülkede 12 yaşından küçük çocukların yüzde 50’yi aşkın kısmı yoksulluk sınırında yaşıyor. Bilen, hisseden kim, kaç kişi? Zekatım olsun türünden yaklaşımları dahil etsek ne fark eder?
Çocukluğun ideallerini süsleyen yiyeceklerden uzak yaşayan, doğru dürüst beslenemeyen, eğitim onların hakkı değilmiş gibi görülen, ailelerinin cahilliklerinin sorgusu onlar üzerinden yapılan yağınla çocuk var. Bir devlet önce çocuklarına ardından gençlerine sahip çıkmakla vardır. Olanaklar ve daimi şartlar her ne ise onları bu kesimi dışında tutarak değerlendirebilmeli Türkiye…
***
?Sosyal olanaklar birbirlerine zincirlemedir, yoksulluğu nasıl yeneceksiniz? şeklinde soruların dışında kalabilmeli çocuklar… Ülkeye sahip çıkmanın öncelikli yolu üzerine herkes biraz daha düşünebilmeli? Ancak rant dünyasının kavgaları bu büyük gerçeklik adına atılan küçük adımları da bir süre sonra şirin masum organizasyonlar modeline dönüştürüyor. Feraha ulaşan kesimlerin kaygıları farklılaşıyor. Devlet yurtlarındaki çocukları 18 yaşından sonra sokağa bırakan bir anlayıştan ülkedeki yoksul çocukların tümünü koruyacak, eğitecek, bir sistem altında takibe alacak, nüfus artışını azaltacak bir hamle beklemek hayal mi sahiden? Sistemin iyileştirilmesine yönelik sivil grupların yapabilecekleri ise bu kadar sınırlı mı olmalı?
***
Hani vicdanlar düşünülerek olmasa bile, gelecek adına onlara sırtımızı dönmemeye kendimizi zorlayamaz mıyız? Yoksa devam mı etsek aynı sorgulamaya; seri katiller kurbanlarını nasıl vurmuşlar, öğrenciler birbirlerine silahı niçin çekmiş, kapkaçları yapanlar kimmiş?
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.