Kasabadan da öte

Hafta sonu yaklaşmaya başladı mı benim ayaklarımda kaşıntılar oluşuyor. Tabanlarım beni sürüklüyor. Bir yerlere gitmem için adeta dürtüyor. İçim içime sığmıyor. Hafta sonlarını evde geçirmek tembellik etmek bazılarına zevk verebilir; ama bana işkence gibi geliyor. Bir de pazar günü alışverişe git. Ispanakların, biberlerin, elmaların, patateslerin ve soğanların içinde dolaş dur. Ne, nerede, ne kadar ucuz diye dön babam dön. İki elinde naylon torbalar, peşinde “abi torba ister misin” diye dolaşıp duran çocuklar, otomobile otoparkta yer bulmak için yine dön babam dön. İşte sana hafta sonu. Benim işime hiç gelmez.

Çarşamba gününden kaşıntılar başladı. 2006 yılına hızlı giriş yapmıştım zaten. Önce Gölcük-Simav, ardından Salihli, Kırkçeşmeler, Bozdağ, Birgi, Ödemiş, Tire ve Gölcük. Bu kez farklı bir bir kaşıntı vardı ayaklarımda. Hem gezi hem de çok sevdiğim eskimeyen dostlarımla huzurlu, keyifli, sağlıklı ve mutlu birkaç gün geçirmek. Sevgili Mine Ülkü ameliyat oldu ya! Amansız hastalığın pençesinden kurtuldu. Patoloji sonuçları olumlu geldi; hiç bir endişeye gerek yok artık. İşyerinden telefona sarıldım. Ayşe’ye bu hafta sonu yapacağımız gezinin planlarını anlattım. Cumartesi sabahı erkenden kalkıp hazırlık yapacağız. Çay demleyip termosa dolduracağız. Unlu mamuller satan bir dükkandan börek-çörek-gevrek alacağız.

Ama bir sorun var benim sağ bacağımda lif attı. Otomobil kullanamıyorum. İş Ayşe’ye kaldı. O da biraz “acemi” gibi, ama değil “cesaretsiz” diyelim daha doğru olur; çünkü birkaç kez direksiyonu teslim ettim, fena değil, Basmane Tren Garı’na kadar götürür bizi. Osman Ülkü Denizli’de DHA TV’ de yazı işleri koordinatörü olarak çalışıyor. Hafta sonu planlarımı O’na anlattım. “ olur” aldıktan sonra cumartesi sabahını iple çekmeye başladım. Yıllardır düzenli olarak bu gezileri yapıyorum. Ama yine de gece yatınca uyku tutmuyor.

Cumartesi sabahı erkenden kalktık. Çaylar termoslara dolduruldu. Ağırlık yapmasın diye minik bir sırt çantası hazırlandı. Ver elini Basmane Tren Gar’ı… Otomobili fuarın otoparkına bıraktık. Bu arada Ayşe yolların boş olmasını fırsat bildi “sorunsuz” ulaştırdı. Bir de bu yazıyı okuyup gitmek isteyenler olabilir; şöyle bir sıkıntı var, birgün önceden bilet alamıyorsunuz. Herhalde Devlet Demir Yolları’nda kısa mesafelerde uygulama böyle olmalı. Trenin kalkacağı gün bilet alınıyor. Yani geç kalırsanız; ayakta gitmek gibi bir durum var yaklaşık altı-yedi saat. Tabii bu dayanılır gibi bir durum değil. Bu düşünceler ile tren garına ulaştık. İki bilet alıp doğru perona gürül gürül çalışan mototren’e attık kapağı.

Basmane’den Menderes’e kadar bildik görüntüler. Ama ondan sonra keyifli yolculuk başlıyor. Yeşillikler içinde tekerleklerden gelen tıkır tıkır seslerin eşliğinde Denizli’ye doğru uzanıyoruz. Çaylarımızı bardaklara doldurduk. Gevreklerimizi dişlemeye başladık. Vagonun içine mis gibi İzmir gevreğinin kokusu yayılmasın mı? Tabii bu durum bizi biraz rahatsız etti. Yine de karnımızı doyurduk. Bir kaç istasyon sonra simit satan bir çocuk tablası başının üzerinde vagona daldı. Bizden gelen gevrek kokularından olacak ki, kapış kapış satıldı tablanın üzerinde az miktarda simit kaldı. Ama bizim İzmir gevreğinin yerini tutar mı hiç?

Sıra sıra istasyonlar derken, bir de baktık ki İzmir’in güneyindeki son ilçesi Kuşadası’nın yakın dostu ve kader arkadaşı Selçuk… Ardından Aydın’ ve turunç ağaçları ile süslenmiş soğuk ocak ayına karşın gerçek yeşilin her renginin iç içe girdiği ilçeler… Atça, Horsunlu… Eski istasyonlar. Bildik karşılamalar ve uğurlamalar. İnenler ve binenler… Çocuklar, yaşlılar, uyuyanlar, okuyanlar, boş boş bakınanlar , namaz kılanlar ve sabırsız yolcular.

Ben sürekli her istasyonda fotoğraf çekiyorum. Tabii bu arada yeni bir digital fotoğraf makinem var. Hem de 7. 2 megapiksel. Sonuçlar mükemmel. Markası reklam gibi olur. Sevimli sıcacık az gecikmeli bir yolculuğun ardından Denizli’ye geldik. İstasyonda bizi Osman, Mine ve sevimli bıcır kızları Deniz karşıladı. Sıcak karşılamayı tarihi bir binada hizmet veren kahvede sıcak çaylarımızı yudumlayarak ve hasret gidererek pekiştirdik.

Osman programı yapmış. Emektar otomobiline atladık. Doğru Pamukkale… Pamukkale’nin çevresinde ne kadar bina varsa hepsi yıkılmış. Sadece özel idarenin bildik binası kalmış. Yıllar önce Kenan Evren cumhurbaşkanı iken O’nu izlerken gelmiştik. O sıcak günde Evren antik havuza girmiş biz de O’nu kedinin ciğere baktığı gibi izlemiştik. İçimiz gitmiş, canımız çekmiş ama Evren’in girdiği havuza girmek ne mümkündü. Bir kaç kare fotoğraf çekebilmiştik.

O günden sonra kaç yıl geçmiş. Çok yıl geçmiş. İlk kez geldim. Çok şey değişmiş. Ama kötü olan benim bildiğim Pamukkale beyazı o beyaz değil artık. Suların yetersiz olduğunu öğrendim. Yetkililer mutlaka çözümünü de bulurlar. Akşam saatlerinde tamamladığımız gezinin ardından kırmızı suları ile dünyaca ünlü Karahayıt kasabasına geçtik. Bir gözlemeci dükkanında kuzine soba dikkatimizi çekti. Soluğu içeride aldık. O kadar soğuktu ki, Ellerimizi sobanın borularına yapıştırdık.

Başında yemenisi sessiz sakin hamur açan teyzenin oklava tıkırtısını dinledik. İkişer ikişer gözlemeleri mideye indirdik sıcak çayların eşliğinde… Sıra geldi pansiyon ayarlamaya. Fiyatlar inip çıkıyor. 20 YTL’ den, 35 YTL’ ya kadar fiyat çekiliyor. En ilginç olanı da bir pansiyon sahibinin bizim odaları görmek istediğimizde verdiği yanıttı. Tabii biz bu yanıta çok güldük ama turizm adına kötü not verdik. Adam dedi ki: “ napçanız oda görmeyi, iki-üç yatak var başka nolcak ki işte” şaşırdık. Güldük, üzüldük, oradan hızla uzaklaştık.

Bir tanıdık aracılığı ile bulduğumuz, gerçekten çok temiz Kaya Pansiyon’a yerleştik. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra aparatif yiyecekler ile birlikte uzun süredir içemediğim aslan sütünden iki kadeh parlattım. Bu konuda Osman’a yetişmek doğal olarak çok zordu.

Bu arada her pansiyonun banyosunda iki-üç kişinin sığacı boyutlarda havuzlar bulunuyor. Odalarımıza çekilerek, bu havuzları 54 derece akan sıcak su ile doldurduk. Belli bir dereceye geldikten sonra yorgun bedenlerimizi bu doğanın bize sunduğu ilaçlı sulara bıraktık. Ağrılarımızdan, yorgunluklarımızdan arındık.

Gece yarılarına kadar süren bu keyifli dakikaların ardından Karahayıt’ın on yıl önceki konumunu düşündüm. Gözlerimin önüne getirdim. Küçük bir köydü. Çamurlu yolları vardı. Bir kaç pansiyonu ile hizmete yeni girmiş bir iki otel açılmıştı… Kırmızı sular sokaklarda akıyordu.

Nereden nereye!

Şimdi onlarca pansiyon ve otel. Hepsinin de zemini sıcak sular ile ısıtılıyor. Doğal ısıtma. Hepsinde havuzlar var. Hepsi pırıl pırıl tertemiz.

Onlarca işyeri, hediyelik eşya satanlar, Denizli ve Buldan’ın ünlü havlu ve bornozlarını dükkanlarının saçaklarından asarak sergileyenler.

Tam bir renk cümbüşü vardı…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın