Hayatımızın anlamı kaç para?

Hitler orduları Leningrad?ı kuşatmış, teslim almaya çabalıyor. Kent bombardımandan neredeyse yerle bir olmuş. Viraneye dönmüş binalarından birkaç “hayati” parçayı kurtarmaya çabalayan “hayalet” insanlar…
Yıkık bir duvarın ardından çıkan, yaşlıca, ufak tefek bir adam görüyoruz. Kontrbasını bir sevgiliye sarılır gibi kucaklamış; bombardımandan, saldırganlardan kurtarmaya çalışıyor. Ha düştü ha düşecek diye bekliyorsunuz, tökezliyor,ama düşmüyor; “ruhu”, “tüm hayatı”, “varoluş nedeni” kontrbasını kaçırıyor, kurtarıyor, viran yapıların arasında gözden kayboluyor…
Çoğunuz izlemişsinizdir, İkinci Dünya Savaşı belgesellerini. Belki birçoğunuz, Leningrad kuşatmasından kontrbasını kaçırmak için tüm gücünü kullanan o ufak tefek ihtiyarı anımsıyorsunuzdur. Ben, “ruhunu” ayak altında ezilmekten kurtarmaya çabalayan o ihtiyarı hiç unutamam…
Kentiniz kuşatılmış, eviniz yıkılmış, aylardır açlıkla savaşıyorsunuz, üstünüz başınız perişan, saldırganlar “ha geldi ha gelecek”, tüm ümitleriniz kırılmış, herkesler bir şeylerini kurtarma telaşında, kimi kap kacağını, kimi son yiyecek kırıntılarını çıkarıyor viran mekânlarından… Siz yalnızca kontrbasınızı alıp yürüyorsunuz…
O belgeseli bilmiyorum kaçıncı izleyişim. Her seferinde ayrı öyküler kurarım ve her seferinde, 61 yıl öncesinin o, kontrbasına bir sevgiliye sarılır gibi sarılmış ihtiyarını kıskanırım…
Önce aynı sahneye kendimi koyarım. “Acaba ben neyi kurtarmaya çabalardım” diye sorarım kendime. Neye karar versem, birazdan vazgeçerim, uzun bir liste oluşur ve ben neyi kurtaracağıma bir türlü karar veremem…
Sonra başkalarını yerleştirmeye başlarım o sahneye. Acaba onlar neyi kurtarma telâşına düşerlerdi? O çok sosyal demokrat, o çok sevgili, o çok vatansever, o çok kıymet bilir, o çok bilmiş, o çok burnundan kıl aldırmayan, o çok ahkâm kesen… Hepsinin öncelikle neyi kurtaracaklarını tahmin eder, sonra kıs kıs gülerim…
Anne tarafım Girit göçmeni. Dedem çok güzel saz, dayılarım cümbüş çalardı. Ben yetişemedim ama anneannem de çok güzel ut çalarmış. Dedem sazı Rumların buzikisi gibi çalar, Rumca şarkılar söylerdi. O yıllarda da yani 60?lı yıllarda da Kıbrıs en önemli gündem maddemizdi. Babam dedemin şarkılarına sinir olur, hatta işi yasaklamaya kadar vardırırdı…
Orta okula gidiyordum. Uzun zamanda biriktirdiğim paralarla bir melodika almıştım. Çalmayı kendi kendime öğrenmiştim. Sonra yatılı okulda akordeon ve org çalmaya başladım. Hatta okulun en “uyanıklarıyla” bir de orkestra kurmuştuk. Sırf müzikle uğraşıyoruz diye adımız “yumuşak”a çıkmıştı…
Gece saat üç gibiydi. Bir kanalda İkinci Dünya Savaşı belgeseli vardı. Oturdum O’nu bekledim. İyi ki beklemişim. Pejmürde insanlar, telaşla oradan oraya koşturuyordu. Herkesler yıkıntılardan bir şeyler kurtarmaya çabalıyordu. O, bedeninin iki katı koca kontrbası kucaklayıp bana doğru yürümeye başladı. Biz yalnızca kontrbas olarak görüyorduk. Oysa o, hayatının tüm sırrını, tüm büyüsünü, tüm hazzını, tüm duyarlılığını kurtarmaya çabalıyordu…
Sabahın köründe şu eklektik yazıya neden sıvandım biliyor musunuz? Sizi de aynı “oyuna” çağırmak için. Şimdi gözlerinizi yumun ve kendinizi o ihtiyarın yerine koyun. Siz de bir şey seçin kurtarmak için. O seçtiğiniz, yaşamınızdaki tüm hazzınızı, duyarlılığınızı, sırrınızı, ruhunuzu kucaklasın; hayatınızın tüm anlamını barındırsın içinde…
Adım gibi eminim, siz de benim gibi bir türlü karar veremeyeceksiniz; liste uzayıp gidecek, vazgeçeceksiniz…
Ne duyarlılığı, ne hazzı, ne ruhu, ne anlamı kardeşim” diye celâllenip küfür bile edeceksiniz…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın