Nermi Uygur, denemelerini topladığı Yaşama Felsefesi adlı eserinin ön sözünde şöyle diyor:
“İnsan niçin, neye göre, nasıl yaşadığını araştıran bir varlıktır.”
Kitabın ilerleyen sayfalarında ise şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Nice yıllar insan kendisiyle birlikte yaşar. Sonra bir de bakar ki, kendine rastlayamamış. Ne içinden geleni söyleyebilmiş, ne dilediğini yapabilmiş, ne gönlünce yaşayabilmiş. Her şeye, her şeye zaman ayırmış ama kendine zamanı olmamış. Sonunda kendini unutmuş.”
Benim yaşıtlarım hatırlarlar, benim çocukluğumda misafir için ayrılmış “misafir odaları” şimdi salon, oturma odası dediğimiz mekânlar vardı. Kullanıma kapatılması nedeniyle evin yaşama dışına itilmiş bir alanıydı. Bunun amacı aniden gelebilecek olan misafirdi. Gündelik hayatımız içinde yer alan ev yaşamı bir ailenin arka yüzüdür, o ailenin ruhudur. Ve her haliyle doğaldır. Kişinin göstergesidir. Kişinin meşguliyetlerinin toplamıdır ve kişi bunları söylemeye gerek duymaz. Bu nesneler kişinin biricikliğine aittir, kişinin özelidir.
Eğer habersiz bir misafiriniz aniden kapınızı çalacak olursa, ev derli toplu görünmelidir. Evin günlük yaşantısının nesneleri, okunmuş ve düzgün katlanmamış gazete, ev kadınının okuduğu sayfasını işaretlediği moda dergisi, annenin dikiş kutusu, ördüğü hırka, evde giyilen terlik, içilen su bardağı, kahve fincanı gibi nesneler yerlerinde saklanmalıdır. Perdeleri örtülmeli, kepenkleri kapatılmalı, tozdan korumak için koltukların üzerine kılıf geçirilmelidir. El örgüsü dantelleri süslenmiş vitrin rafları, aile bireylerinin hep birlikte görüntülendiği hatıra fotoğrafları ile donanmış bu mekânda hiç bir nesne günlük ev yaşamını yansıtmamalıdır.
Sanki o salon evde gezinen, gözle görülmeyen hayaletlerin mekânıydı. Ben çocuk aklımla o kapalı salonları görünce orada hayaletlerin yaşadığı görünmez bir dünya düşlerdim. Öyle ya, salon kapalı olduğuna göre, girilemediğine göre orayı hayaletler mekân tutmuş olmalıydı.
Bu şekliyle salon yaşam alanından çok evin vitrinine dönüşmüş oluyordu. Kısacası evin bir sahnesine. Tıpkı reklam filmlerinde gösterilen ideal mutfaklar gibi. Anımsayın dergi fotoğraflarındaki mutfak reklamlarını. Mutfak hiç kullanılmamıştır, daima tertemiz parlar. Sünger yoktur, Cif, Pril gibi temizlik malzemeleri yoktur, yemek artıkları yoktur, leke ve koku yoktur, yağ şişesi, ayıklanmış sebze, doğranmış soğan, domates yoktur. Kısacası mutfağa ait hiçbir nesne bu fotoğraflarda yer almaz. Çünkü yaşanmayan, kullanılmayan bu mutfağın amacı tüketiciye ideal bir mutfak görünümü vermektir.
İşte eskilerin “misafir odaları” böyle yaşanmayan, kullanılmayan bir görüntü veriyordu. Ayrıca tecrit edilmiş bu salonda bulunan nesneler de ev halkının kullanım dışındaydı. Bu mekân evin görücüye çıkan nesnelerini içinde barındırıyordu. Pek kullanılmayan tozlu büfeleri, yapma çiçeklerle dolu kristal vazoları, misafir bekleyen gümüş şekerlikleriyle kapısı hep kapalı duran, yaşanmamışlığını kapıyı açınca yüzüne haykıran, çocuklar için saklambaç oyunlarında saklanacak bir yer olmaktan öteye geçemeyen mekanlardı bunlar. Gümüş, kristal gibi değerli eşyaların bir kısmı vitrine hapsedilerek yalnızca temizlik zamanında dikkatli ellere teslim edilebilirdi. Haliyle ev halkının kullanım dışına itilmiş bu oda ev halkıyla oda arasında bir mesafe de koyuyordu.
O günler zaman ağır ağır akardı. Bireyin yaşantısı ertelemelerle dolu bir yaşamdı. Bireyin kendi yarattığı bu yaşama kapalı dünyası, sürüncemelerle ve bekleyişlerle heba olan bir ömürdü. İnsanın kendi yaşamını değiştirmek üzere harekete geçmesi gerekti. Bireyin kendi yaşamını gözlemlemesi, sorgulaması zaman aldı. Değişime ve dönüşüme kapıların açılması felsefecilerin bireyin önemini vurgulamalarıyla oluştu.
Nermi Uygur “Gelip Geçti” isimli denemesinde yaşamı yaşam defteri olarak betimliyor:
“Öyle bir defter ki bu, sil baştan yok, sayfa kopmaz, silgi silmez. (…) Sayfaların sayısı sayılı ama.”
Toplumsal açıdan bireyin ve bireyselliğin öne çıkmasıyla bu “misafir odaları” ortadan kalktı. Bireyle beraber yaşanan an, yani şimdiki zamanın önemi anlaşıldı. Şu anda yaşadıklarımız bize kendi farkındalığımızı, duygularımızın farkındalığını ortaya çıkardı. Zamanla bu odalar mahremiyet kapılarını misafirlere açtılar, böylece salonun ev halkı ile ayrılan duvarları da yıkılmış oldu. Eve bir yaşanmışlık, bir canlılık da girmiş oldu. Bu değişim gündelik hayatın ve onun gizli zenginliğinin ortaya çıkmasını sağladı. Artık misafir odalarının üzerindeki örtü kalkmıştı.
Artık evin sahibi misafir değil, evde yaşayanlardı. Ve keyiflerine göre de kendilerine ait bu mekânda rahatça oturabilecek, sohbet edebilecek, misafir ağırlayabilecek, radyo dinleyebilecek, televizyon izleyebileceklerdi. Bu gelişme insanın özgür olma, kendini birey hissetme ve kendini ifade etmesinden kaynaklanıyordu.
Yaşamın zorluğu içinde debelenen insan artık benliğini ihmal edilmişliğini kabul etmiyordu. Zaten çağdaş dünyanın her yerinde diz boyu sorunlarla boğuşan birey evinde rahatını arıyordu. Küreselleştikçe, büyüyen, büyüdükçe canavarlaşan bu dünyada birey kendi sınırsız, evrensel ama yaşanabilir boyutlarda kendine küçük bir ölçek yaratabilmeyi arzuluyordu. Kendisiyle buluşmak, genişlemek istiyordu. Işığını engelleyen tüm duvarları yıkmak, kendi olmak, özüne kavuşmak istiyordu.
Zamanın geçişine yazgılıyız hepimiz. Ve bir zaman geliyor ki, deneyimlediğimiz olaylar, görüntüler hafızamızda buluşuyor. Toplumların tarihi bu kayıtlardan oluşuyor. Günlüklerin, anı defterlerinin önemi eskinin geriye kalan parçalarının hatırlanmasında önem kazanıyor. Tüm çaba o yitik geçmişi tekrar kurmak için.
Mimar Erdem Ceylan’ın “Saat Kaç?” taki denemesindeki sözleriyle söylersem, “Unutmak. Hatırlamanın ikiz kardeşi. Hatırlanmak unutulanın kaderidir, er ya da geç.”