Otobüsteyim, işte şoför. İşte iki adam; üç kadın; alışveriş torbasının içinde domates, patates ve havuç var. Dirseğim pencere kıyısında; ben, burada ve şimdi. Geçiyoruz durakları, vitrinleri, caddeleri. Otobüste kenti geçiyoruz. Vitrinlerden, sokaklardan, insanlardan kente, İzmir kayıyor pencereden sürekli değişerek. Durmadan gelip geçiyor birileri. Otobüsün penceresinden geçiyorlar aralıksız. Otomobiller, yük arabaları, yolcu arabaları; sonra yine yolcu arabaları, yük arabaları, otomobiller, pencereden geçiyorlar. Arkada dükkânları ve evleri görüyorum. Önde sandviç ve çörek tablalarının yerleştiği cam raflar, simitçiler. Sokaklarda apar topar koşuşturan kişiler.
Duraklardan geçerken boş, bekleyen yüzler bakıyor bize. Araçların kükremesi, birbirinden ayırt edilmemiş yüzlerin o yana, bu yana geçişi, beni hayallere sürüklüyor. Bu dünyayı gözden geçiriyorum. Bilmediğim insan gruplarına bakıyorum. Parıltılı yeşil, pembe, inci grisi kadınlar arasında erkek gövdeleri. Kent dönüyor, gözlerimin önünde. Sandığımdan da çok dönüyor başım. Cadde sayısız tekerleklerin asfaltı çiğnemesiyle parıldıyor. Dışarıya, size bakıyorum kadınlar, erkekler.
Ben içinizden biriyim. Ben burada ve şimdi sizlerle birlikteyim. Belli bir zamanda, bu belli otobüste bir araya geldik. Derin, ortak yaşam tutkumuzla bu buluşmaya katıldık. Uygun bir şekilde bu birlikteliği “sevgi” diye adlandıralım mı? “Yaşam sevgisi” diyelim mi bu birlikteliğe? Burası bizlerin dünyası.
Otobüs duruyor. Kapı açılıyor. Kim geliyor? Yaşlı bir bey, onun yanında torunu. Onların yanında çocuklaşıyorum. Şu görkemli kadın, amma da şatafatlı giyinmiş. Nasıl da kendinden emin! Yaşıtım kadınlar da var. Onlar benim dengim. Gözlerimde, merakın binlerce gözü açık. İşte göz göze geldiğim bir genç kız. Kapı açılıyor. Kapı kapanıyor. “Ah, gelin” diyorum yanımdaki boş koltuğu göstererek. “Gelin” diyorum ve geliyor bana doğru ölgün gülümseyişler fırlatarak. Geçip duruyor birileri, sandviç tabakları önümden geçip duruyor. İnsanlar bir aşağı yukarı inip çıkıyor, otobüsün kapısı her durakta açılıp kapanıyor. Akışın düzensizliği içinde yaşamın ritmini duyuyorum. Yaşam otobüsten içeri, dışarı, dört bir yandan dönerek anaforlar yapan vals temposu gibi.
Otobüsteyim, her zaman ki gibi insanların bütün ayrıntılarını ağır ağır gözden geçiriyorum. Benim için her bir ayrıntı bir kelime, bir harf, bir öğe. Karşımda oturan genç kızın üstündeki elbiseyi öğelerine ayırıyorum: Alelade bir kumaş olarak değil de elbise olarak gördüğüm için, kumaşı bir tarafa, dikişe verilen emeği bir tarafa ayırıyorum. Elbisenin yakasından başlıyorum. Yakasının üzerinde özenle işlenmiş motif geliyor gözümün önüne, onu da ayırıyorum. İpek iplikler bir yana, sarf edilen emek de öbür yana ve birden, ilkel bir ekonomi politik kitabı okurcasına, fabrikalar, çeşit çeşit faaliyetler gözümüm önüne seriliveriyor. Kumaşın dokunduğu fabrika: Motiflerle nakışlanmış ipeklerin büküldüğü fabrika ve fabrikaların içinde atölyeler – makineler, işçiler, terzi kızlar… Gözlerimi içeri çevirip yazıhanelere dalıyorum. Müdürleri görüyorum, muhasebe defterlerini nasıl tuttuklarına bakıyorum: her vardiya için belirlenmiş mesai süresinde binlerce elin binlerce kez yinelediği hareketleri görüyorum. Bu kadarla kalmıyorum; hepsinin ötesinde gününü fabrikalarda, yazıhanelerde geçiren insanların ev hallerini görüyorum…
Bütün dünya gözümün önüne geliyor. Yeşil elbise üstündeki işlenmiş nakış, koca toplumsal hayatı seriyor gözümün önüne. Başım dönüyor, uzak diyarlara gidiyorum. Endüstri, işçi ve işçi evleri, varoluşlar, gerçeklikler her şey, her şey oluyor. Tüm bir hayat bu otobüste özetleniyor.