At, bir ay kadar ayakta durabilir. Köstebek, bir saat içinde, 45 metre uzunluğunda bir tünel kazabilir. Bir filin hortumunda 50 bin adet kas bulunur. Bununla bir ağaç kütüğünü kaldırabilirken, yere düşmüş bezelye tanesini de alabilir. Dünyanın en hızlı koşan hayvanı saatteki ortalama hızı 100 kilometre olan leopardır. Gündüz görme engellisi yarasalar, karanlıkta 0.6 milimetre çapında teli ayırt edebilir.
En derine dalabilen kuş türü, imparator penguenler, yiyecek aradıkları 255 metre derine dalıp on sekiz dakika nefessiz kalabilirler. Hayvanlar âleminin halter şampiyonu karıncadır. Ağırlığının elli katını kaldırabilir. En hızlı yüzen balık orkinos saatte yaklaşık 90 kilometre hız yapabilir. Su altında en fazla bir saat kalabilen balinalar, 90 metreye dalabilirlerken, korktuklarında 360 metre derine inebilirler.
Kelebeğin her türünde görülen bütün o güzel renkler, göz alıcılık, albeni, dikkat çekicilik tamamen üremek içindir. Bazı hayvanlar kendilerine eş bulmak için özel bir koku salgılar. Sincaplar, düşmanlarından korunmak için iki yol takip ederler, yırtıcı kuşların geldiğini bildirmek için, yuvanın giriş deliğinden içeri girerler, kirpi gibi hayvanların geldiğini bildirmek için yuvanın çıkış deliğinden kaçarlar. Eşek arısı toprakta kazdığı çukura yumurtasını bırakmadan önce avladığı hayvanları yumurtanın yanına bırakır, sonra üstünü örter. Bir hayvan sidiğiyle bölgesini işaretler ve diğer hayvan kilometrelerce uzaktan kokusunu alarak haddini bilir.
Hayvanların etinden, sütünden, yününden, kürkünden, derisinden – baştan aşağı her şeyinden faydalanırız. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliği aklı ve konuşmasıdır. Zekâları olduğuna inanılan hayvanların bu gibi hünerlerine şaşmanın ötesinde hayran olmamaksa olası değildir.
Çok enteresan şeyler gördük, duyduk hayvanlar âlemi ile ilgili.
İnsanın bu yeryüzünde ne kadar bir süredir bulunduğunu tam bilmesek de, 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün gözüküyor. İnsanın dünyada var olduğu günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda bize kalan ilk işaretler “sanat” la ilgilidir.
Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, amacı halen tam açık olmasa da, insan beyninin somut gerçekliğin ipuçları ile hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olarak karşımıza çıkmasına neden oluyor.
Peki, insanoğlundan sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece tutkun kılan nedir?
Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde, bir müzik parçasında, bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan insanoğlunun ilginç bir özelliği.
Schopenhauer’e göre sanat eserinin insan üzerindeki gerçek etkisi, imgelem gücünü harekete geçirdiğinde ortaya çıkar. Her film, her oyun, her tablo çabuk tüketilmeye direndiği, imgelemimle serptiği çağrışımlarla kendi öyküsünü yazmaya koşan yeni kollar açtığı oranda bu işlevi yerine getirebilir. Bu noktada sanatçı ile izleyici arasındaki “ortak çağrışım zeminleri” özel bir önem kazanıyor haliyle.
Kandinsky’ye göre sanat yapıtının doğuşu “heyecan-duygu-sanat yapıtı” biçiminde sıralanır. Seyircinin (alımlayıcının) sanat yapıtını anlaması ise “sanat yapıtı-duygu, heyecan” sırasına göre olması gerektiğini vurgular. Ayrıca sanat yapıtının doğuşunun gizemli, bilinçsiz, kendiliğinden olduğunu söyler. Ve şunları ekler: Bir kez sanat yapıtı sanatçının elinden çıktığı an, artık kendine özgü bir hayatı olup tümüyle bağımsız olarak yaşar ve çevresine etki eder.
Hegel soyut olanı, en yalın olanla özdeş tutar. Bu teoriye göre, zaten tüm sanatlar soyutlama yaparak bize ulaşır. Örneğin, “Hamlet” bize insan doğası hakkında bilgi verir, eserde anlatılan bir tek kişi değil, insanlıktır.
Sanat yaşananlarla, toplumla, kendi iç dünyasıyla, sezgileriyle, hep iç içe. Çok kaynaktan besleniyor ve her sanatçı kendi potasında eritiyor, kendi diline dönüştürüyor. Sanıldığının aksine sanat, nesnel gerçekliği yakaladığında bitmiyor, yeni başlıyor. Sanatçının amacı, nesnel gerçekçiliği yakalamak değil, yakalayıp dönüştürmek. Nasıl ki, tohum, tohum olarak dondurulamaz, tohum bitkiye, bitki de yeniden tohuma dönüşmek zorundaysa sanat da dünyayı tanıma etkinliği olması kadar bir dünya görüşüdür de.
Özetlersek: Sanat, bizi diğer beyni olan canlılardan ayıran belki de en önemli özelliğimiz. İnsan, yeryüzünde gezinmeye başladığı günlerden itibaren, etrafındaki dünyaya, kendi zihninde ürettiği sanatlı tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle değiştirmeye başladı.
Hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken bir durup düşünün. Sanata aynalık eden o zihin yeteneklerini, şu sıradan günlük hayatımıza katkısını düşünün. Her sanat eserinin yüzyıllarla, binyıllarla gelen insanoğlunun birikimini düşünün. Evrenselliğe ulaşmış yapıtlar ölümsüzlüğe yönelerek, ölümsüz olarak insanoğlunun bilgisine dönüşür. Böyle eserler dünyevi seslerle, dünyevi sözlerle, dünyevi bir dil ile tüm insanoğlunun ortaklığına dönüşür, dolayısıyla dünyevi bir simge niteliği kazanır. İnsan, duygularını müzik diliyle anlatmaya kim bilir kaç bin yıl önce başladı? Bunu tam olarak bilmiyoruz. Rembrandt’sız, Dede Efendi’siz, J. Sebastian Bach’sız, Mevlana’sız, Halil Cibran’sız, bir hayat düşünebilir misiniz?