Çok uzak değil, yıl 2019. Daha başımıza geleceklerden habersiz konserlere, sergilere, sinemaya gidiyor, karşılaştığımız dostlarımızla ayaküstü sohbetlerin keyfini çıkarıyorduk. Hafta sonları şehir hayatının hızından uzaklaşıp en yakınlarımızla yakın çevremize uzanıyor, şehirde kalanlar da kalabalıkların içine dalıyor İzmir’de keşifler yapmanın tadını çıkarıyorlar.
Derken ne olduğunu bilmediğimiz, adını hiç duymadığımız bir virüs bizi esir alıyor, kendimizi birden bire maskelerle dolaşır buluyoruz. Anlıyoruz ki, özgürce nefes aldığımız, bir arada olduğumuz, toprağa bastığımız, doğanın her devinimini izleyebildiğimiz anlar ne kadar da kıymetliymiş.
Tüm okulların, iş yerlerinin tatil edildiği, seyahatlerin kısıtlandığı, tüm spor ve kültürel etkinliklerin durdurulduğu günlerde karantinanın hemen başlangıcında dükkânlar, restoranlar, cafeler kapatılıyor. Sosyal bağlarını koparmak istemeyenler yeni çözüm arayışlarına gidiyor. Çok geçmeden yüz yüze olmasa da sanal olarak buluşmak, dayanışma içinde kalmak, evden çıkmadan da kültür-sanatla iç içe olabilmek için formüller bulmaya başlıyoruz. Spor salonlarının, dans ve yoga kurslarının da kapatılması üzerine bu aktiviteler sanal ortama taşınıyor.
Evde kapanma sürecinde zoom programları ile müzelerin çevrimiçi turlarına, sergi gezilerine, çeşitli alanlarda verilen seminerlere, konserleri evimizden izlemeye başlıyoruz. Bütün bu süre içinde birbirimizle yüz yüze gelmesek, birbirimize dokunmasak da yine de bir etkileşim içinde olmaktan mutlu oluyoruz. Şehirleri, kıtaları geziyor, filmler, belgeseller izliyoruz. Kitap kulüpleri yine kendi aralarında okudukları kitapları tartışıyor. Felsefe, sanat seminerleri, koçluk eğitimleri, edebiyat söyleşileri, yazar söyleşileri gibi etkinlikler, “hep birlikte çay saati” gibi buluşmalar ve daha birçok etkinlik bu zor dönemi atlatmaya çalışıyor, ekran başında kimi zaman dinleyici kimi zaman anlatıcı oluyoruz.
İnsanlık tarihi boyunca yüzyıllık zaman aralıklarıyla tekrarlanan salgın hastalıklardan biriyle tanışmamızdan bu yana bir yılı geride bıraktık. Özellikle pandemi ve İzmir’de yaşadığımız deprem 2020 yılını biz İzmirliler için unutulmaz yaptı. Geçtiğimiz yıl tanıştığımız Covid-19 virüsünün etkisi halen devam etmekte. Hepsinden önemlisi, dayanışmanın verdiği gücü bir kez daha hissettik ve “her şeyin başı sağlık” cümlesi artık bizim için daha anlamlı… Yalnız sağlık mı?

İnsanoğlu bu dönemde dostluğun, dayanışmanın, hayata tutunmanın örneğini sergiledi. Karantinanın ilk günlerinde dünya, İtalya’dan gelen görüntüleri konuştu. Neredeyse tüm kentlerde sokaklardaki sessizlik balkonlar ve teraslara çıkan insanlar tarafından müzikle bozuldu. Siennalılar, sokaklardaki sessizliği evlerinin pencerelerinden “Canto della Verbena” isimli şarkıyı seslendirerek bozdu. “Direniş şarkıları”ndan biri olarak bilinen “Canto della Verbena”nın sözleri arasında “Siena uyuduğunda, her şey sessizliğe bürünür ve Ay, kuleyi aydınlatır/Sakinlik içerisinde karanlıkta yapayalnız kalan Gaia Çeşmesi’nin/Mırıldandığı şarkıyı, aşk ve tutkunun şarkısını hisset” cümleleri pencerelerden yankılandı. Balkonlardan şarkı söyleme kısa sürede bir akıma dönüştü, tüm ülkeye yayıldı. Her yerde insanlar akşam saatlerinde balkon ve teraslara çıkan İtalyanlar milli marşlarından 1960’ların klasiği “Can’t Take My Eyes Off You”ya, 90’ları kasıp kavuran Macarena’dan İtalya’nın 2020 Eurovision adayı “Fai rumore”ye birçok şarkı sokaklardan gökyüzüne yükseldi. Akım gündüz saatlerine de yayıldı.
Zaman gerçekten değişti, değişiyor, bizi de değiştiriyor. Dünle bugün hiç kimse aynı kalmıyor. Hayat akıp gidiyor, dostlar geçip gidiyor. Hiçbir şey kalıcı değil. Bizler gibi. Eski anılardan, eski dostlardan günümüze hangilerini, neleri taşıyoruz? Her şey gibi onlar da gelip geçici. Kalıcı olan ışıkla ve duyarlılıkla dolu içimizdeki güzellik.
İnsanın doğasında diğer insanları sevmek ve onlara değer vermek var. Ailede, arkadaşlar arasında, komşularla, sokaktaki diğer insanlarla iletişim içindeyken bu sevgi ve değer hissettirir kendini. Bu sevgi, saygı ve değerli oluşta tüm insanlık adına bir sevgi söz konusudur.
Corona günleri bize dayanışmayı ve hayata tutunmayı öğretti. Bu zor günlerin geçici olduğunu ve içinde umut edilebilecek, yapabileceğimiz her şeyi barındırdığını anladık. Kırgınlıklarımız, üzüntülerimiz, kırılan ve dökülen ne varsa içimizde hepsini ruhumuza gömmemiz gerektiğini anladık.
Kırgınlıklarımız. Kırılan, çatlayan, parçalanan yüreklerimiz… Kimselere göstermemeye ne kadar özensek de, kendimize yalan söyleyemeyiz. Görünmeyen duygularımızdır onlar ve hep içimizde kalırlar. Onlar ruhumuzun derinliklerinde kök salıp, geliştikçe ruhumuzu oyar, bizleri ve davranışlarımızı şekillendirir. Böylece geleceğimizi de şekillendirmiş olurlar. Ufak veya büyük. Önemli, belki de önemsiz şeyler. Bizimle birlikte sürüp giden tuz-buz olmuş bir sürü yaşam parçacıkları.
Ve artık dayanmak, katlanmak, kaldırmak istemediğimiz, bizi boğan, sıkan hangi olaylar, hangi tavırlar, hangi durumlar söz konusudur? Bu soruları pek çoğumuz kendimize sormaktan vazgeçeriz. Farkındayızdır ama eyleme geçmek bizi öyle korkutur ki bir şeyleri değiştirip, gelişip, hayatımızı yaşanır hale getirmektense; tahammül sınırlarımızı zorlayarak kendimizi kendi hapishanemizde tutmayı seçeriz. Bu tahammülsüzlük durumu aslında ne kadar bizi sıkar gibi gözükse de bizim artık bir değişim ve gelişim istediğimizin göstergesidir.
Yaşam her tür sıkıntısı, sevinci ile bize türlü türlü şarkılar sunar. Kimi hüzünlüdür, kimi romantik, ama tüm şarkılar kendi içimizdeki cennetimizi şekillendirmeye bir çağrıdır. Güzelliğe, umuda bir yakarıştır. Gelin bu gün sizlerle bir anlaşma yapalım, bütün kırıkları masada, yerde bırakalım. Çöp torbalarına atalım, pencerelerden dışarıya savuralım. Öfkeyi, nefreti, umutsuzluğu, tüm olumsuz duygularımızı. Kısaca, küskünlüklerimizin tutsağı olmayalım. Arındıralım ruhumuzu, ufuklarımızı genişletelim. Bu olumsuz duygulardan temizlenelim. Var mısınız?