Her şey sevmekle başlar. Tüm sevgiler için söylenen bu söz sanat sevgisi için de geçerli. Çünkü sevmek, sevdiğini başka her şeyin içinden çekip almak, ayırt etmek, ona “can vermek”tir! Sanata sevgi ile bakmak… Bir şairin okurundan da beklediği budur. Ne amansız bir çelişkidir ki, görselliğe yaslanan modern hayata rağmen durup etrafımıza ve birbirimize pek az bakıyoruz. Çok hızlı bir trende cam kenarında oturuyor gibiyiz. Dışarıda ne varsa, zihnimizde bir iz bırakmadan gözlerimizin önünden gelip geçiyor sanki! Aşklarımız, hazlarımız, düşüncelerimiz, hepsi belli belirsiz, hepsi uçup gidiyor. Hiç birinin değerini bilemiyoruz. Oysa sanat durup bakmak, orada bize sunulan bir dünyanın içinden bir şeyler çekip almak, ayırt etmek için var edilmiştir. O hep yaptığımızı sanıp aslında hiç yapmadığımız şey; yani durup bakmak, dünyayı yeniden kavramak.
Bizi bir şiirde etkileyen şey nedir, hiç düşündünüz mü, o şiire bize götüren o itici gücü? Tüm sanat dalları gibi şiir sanatı da sınırları zorlamaktan, zorluklara meydan okumaktan, vazgeçmeden çalışmaktan, araştırmaktan, öğrenmekten ve keşfetmekten geçen uzun bir yolculuktur.
Şiiri diğer sanatlardan ayırarak farklı bir yere koymuşumdur hep. İzmirli şair Cem Seyhun Ünbay’ın şiirlerinde temel öğe sevgidir. Benim için onun şiirlerini vurucu yapan yalınlığıdır. Sevgi olmadan yaşayabilir misiniz? Sevgi, bir fantezi midir? Bu acımasız dünyada yaşayabilmek için ona neden gereksinim duyarız? Gerçekten sevmek ümit vaat eder mi? gibi sorular etrafında şiirini oluşturur. Şair, sevmeye hiç ondan vaz geçmeden devam etmeli demektedir.
Cem Seyhun Ünbay son şiir kitabı “İzmir… Her Yanı/m Sevda”da yine sevgiden yola çıkıyor. Bu kez İzmir’e sevdalı bir kentli olarak, İzmir’in sihrine, büyüsüne yakalanmış bir İzmir aşığı olarak çıkıyor okurun önüne. Herkesin iç dünyası bir kapalı kutudur. Bir sanatçıysanız ve cesaretiniz varsa bu kutuyu şiirlerinizde açabilirsiniz. O da öyle yapıyor. Kentine nostaljik bir anımsayışla yaklaşıyor. Geçmiş zaman onda bir yitiklik ve yas duygusunu yaratır. Kentinin geçmişine odaklanırken kendi geçmişini de yeniden inşa etmeye başlamış olur. (“Zaman nasıl eskiyor, hiç anlamadan gelip geçiyor. Bu yüzden mi bilmem, naftalin ve lavanta kokusu, hep içimi burkan bir hüzün veriyor bana?”)
Bu zaman ve mekân yolculuğunda hem İzmir vardır hem de kendi vardır. İzmir kentinin yeniden üretilmesi bir ölçüde İzmir’deki yaşamın estetize edilme çabasıdır da. İzmir’in toplumsal hafızasının diri tutulmasını sağlarken tarihsel ve kültürel sürekliliğin yollarını da açık tutmuş olacaktır. Anılarına sığınacak, onlardan yardım alacaktır. Kendi geçmişini anımsamak için İzmir onu kışkırtacak, puslu belleğine ışık tutacaktır. Ne kadar kişisel olursa olsun kendi belleği İzmir’in belleği değil midir? İzmir’e baktıkça çocukluğu düşer aklına. “Ne kadar para eder çocukluğun? / kaç diş? / kaç gülüş? / kaç gözyaşı? / kaç rüya? / kaç para?” ile sorgulamalarla başlar. Her mahalle, her semt kendi evine açılan bir kapı gibidir. Öyküler hayata, hayatlar öykülere, öyküler öykülere karışır. Yaşadığı kentten ve tarihinden parça parça kesitler sunar.
Çocukluğunun anıları bir bir canlanır. Sokaktan geçen macuncu, dondurmacı, cebindeki susam kırıntıları, dudağında kaynamış darıların tuzlu tadı, ağzının kıyısında sabah boyozu, yanında tuzlu yumurtası, Pasaport’un martıları, Konak’ın güvercinleri ardı ardına sıralanır. Bazı şeyler yaşla ilgilidir, gençlikle… Kemeraltı’da âşık olmuş, Kordon’unda sözlenmiştir. Her şey o kadar da kolay olmamıştır. Zaman almıştır, büyümesi, gelişip serpilmesi, dünyayı tanıması. Kendiyle el ele, adım adım bir kent yolculuğuna çıkarır okurunu. Kokaryalı’dan başlarsınız gezintiye Göztepe, Mektupçu, Asansör, Karataş’a uğrar, Beyler Sokağı’ndan salepçileri, bozacıları geçer, Kestane Pazarı’nda urgancılara, aktarlara uğrar, kepenkler, esnaflar, sıra sıra marullar ve radikaların sıralandığı Havra Sokağı’nın yolunu tutturursunuz. Sonra sıralanır Mezarlıkbaşı’nın sinemaları, çorbacıları ve adım başı aylakları… Tilkilik’te fırınlardan, lokantalardan geçip, Basmane’nin garına, otellerine ulaşırsınız. Tepecik’te bıçkınların, bıçaklıların, klarnet / darbukacıların nameleriyle karşılanırsınız. Pasaport’un pasajları, kafeleri, mavnaları ile Kordonboyu’nun imbatının kucağına düşersiniz. 1900’lerin İzmir’inde bahçeler rengârenktir, bir iki bahçede atları çıkarılmış süslü faytonlara ilişir gözleriniz. Buca’da at yarışları, üzüm bağları, su kemerleri, Levanten evleri sizi ağırlar. Bornova’da sıra sıra köşklerden, çiftliklerden, trenlerden, bahçelerden geçersiniz.
Köprü durağında gençlik yıllarını arar gibidir. “doğup büyüdüğüm kent nerede şimdi? / hani yalılarım, sarmaşıklarım, hanımellerim, çardak güllerim, begonvillerim? / şurası, Palamutçu yalısıydı, / ilerdeki Sevil’lerin, yan tarafı Şamlı’ların, hemen yanındaki Adile Halamların / bahçesi palmiyeli apartman Fikret Adil Bey’in / hani kızı Kamuran’la kolejde beraberdim / Ethem Ruhi yalısından denize girer / Eczacıbaşılar’ın bahçesinde piyano dinlerdim / Halkevi’nde seyrettiğim Kamelyalı Kadın, Aşk İksiri… / uçuşur gözümde hala kostümleri, replikleri / peki bu insanlar kim? / semtim, kentim nerede şimdi, ben neredeyim?”
Konak rengârenk, bin demet çiçektir. İşte Milli Kütüphane, işte Askeri Kıraathane, işte, önündeki kocaman havuzuyla, bembeyaz heybetiyle Hükümet Konağı, işte Saat Kulesi… İşte İzmir’in en eski oteli her zamanki ciddiyetiyle, Ankara Palas Oteli karşınızda durmaktadır. Kemeraltı ise yaşamın nasıl üretildiğinin, nasıl yenilendiğinin canlı örneğidir; size kentin bereketinin sevincini yaşatır. Yalnızlığınızdan çıktığınız kalabalıklara karıştığınız İzmir’in en büyük çarşısı / pazarıdır. Her zaman baktığınız hayata, içinizi yeniden bulmuş gibi bakarsınız. İzmirli dediğin haftada bir Konak Meydanı’na iner, geçer Kemeraltı’ndan. Oraya gidilince Ali Galip Pastanesi’ne uğramadan geçmek olmaz. Ege’nin en ünlü tuhafiye mağazalarının önünden geçersiniz; Nermin, Çatalkaya, Işık, Ehram ve Karakaş. Eczacıbaşı’nın Şifa Eczanesi’nin de atlamadan olmaz. Eczanenin yanındaki Ragıp Paşa Oteli ve altındaki kıraathane ilişir gözünüze. Meserret’te bir mola vermeden, Şükran’da bir öğün yemeden, Sefer Usta’nın kazandibini tatmadan, şerbetçi Kadir’den buzlu karadut, Tahsin’den turşu suyu içmeden olmaz. İşe giden insanlar, dükkâncılar, işportacılar, işsiz güçsüzlerin uzattığı eller… Hepsi gözlerinizin önündedir.
Şair kendi kişisel yaşam öyküsünü inşa ederken, İzmir’in toplumsal belleğine yaslanırken, kentin ilişkiler ağı ve katmanları parça parça İzmir’in bütünlük çerçevesinde geri çağrılır. Parçaların bütünlük oluşturacak şekilde birleştirilmesiyle kent bir anlam kazanacaktır. Nostaljik duyguların ağır bastığı, çocukluk, ergenlik ve şairin bugününe uzanan otobiyografik bir anlatım söz konusudur. Kendi varoluşsal hikâyesinde eksik olarak gördüğü kısımları anımsamayı, hayatındaki kayıp ve belirsiz anılara yeniden tutunarak onları kentin imgesinde birbiriyle ilişkilendirme girişimine girer. Şairin bu çabası unutulmuş anılarla yeniden buluşma, bağ kurma ihtiyacının yansıması olur.
Anıları, geçmiş zaman kalıntılarıdır… Anımsaması, saklı duran anılara ulaşma isteğidir. Yaşadıklarını, hissettiklerini, görünmeyen iç dünyasını okura iletmek için şiir sığınılacak en güvenli limandır. Sanat her şeyden önce insanın ruhuna seslendiğine göre… O da bu yönde ilerleyecektir. Usunda yaşattığı kent imgesine bir şekil vermeye, onu yeniden yaratmaya çalışacaktır. Kendi sanatsal gerçekliğini kurmanın, kendi imgesini yaratmanın peşine düşmüştür. Şiirini şekillendirirken duygularda damıtılmış imgelere ihtiyacı vardır. Bilir ki, bir imge, ne kadar çarpıcı olursa olsun çok özeldir.
Nostalji, bir mekâna duyulana özlem olarak görünse de aslında yitip gitmiş ve geri getirilemeyecek bir zamanı sürekli özlemek, o zamanı hüzünle anımsamak anlamını taşır. Bu anımsama zaman hızla geçse de, üstüne yaşanmışlıklar eklense de “işte hayatım, yaşadığım yer” diyeceğim bir mekâna dönüşür. Bu kente yazmayı, okumayı, öğrenmiştir. İlk önce düşünmeyi öğrenmiştir, sonra sağlıklı düşüncenin kalıpları kırmaktan geçtiğini öğrenmiştir, sevmeyi öğrenmiştir, güvenmeyi… Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrenmiştir. Evreni öğrenmiştir. İnsanı öğrenmiştir. Zamanı öğrenmiştir ve zamanla bir yarışı olduğunu da hayat öğretmiştir. Kısaca şair Cem Seyhun Ünbay’ın şekillendiği, kimliğini oluşturduğu, demir atıp kök saldığı, bağlandığı, evcilleştirdiği, kendisine aşina kıldığı bu yaşam alanı, bu kent onun hafıza mekânına dönüşmüştür. Yaşam öyküsü İzmir’in de öyküsü olur. Bu durum, bir kenti sahiplenmenin, bu kent ile kendi kimliği / benliği arasında bir bağ kurmanın bir yolu olur.
Ve bu onun “İzmir… Her Yanı/m Sevda”da olduğu gibi onun öznelliğinin çıkış noktasıdır, onun sanatsal gerçekliğidir. Kendisi de bilir ki, sanatsal bir imge deşifre edilemez. İçinde yaşadığı kentin bir eş değeridir. “İzmir… Her Yanı/m Sevda ” İzmir’i açıklayan, şairin duygularını farkına varmasına yardımcı olacak bir imgeye dönüşmüştür. Sahip olduğu kişisel deneyimini eserine yansıtmıştır.
“Bi’kent / bi’nehir / bi’insan / nereye akar? / nereye gider? / gidilen yer, ne kadar uzaktır? / bilinmez”… Yılların geçip gitmesine ve her şeyin belleğin bir oyunuymuş gibi bir belirsizliğin içine batmış olmasına şaşırır. “Bu ben miyim? Peki, o ben miyim? Bütün bunları yaşayan” diyen sorgulamaları hiç bitmez.