Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nda kaybolmaya yüz tutmuş meslekleri devam ettirmeye çalışan son ustalarla söyleşmek ve fotoğraf çekmek amacıyla fotoğraf sanatçısı Atilla Özdemir ile Altınpark’taki tarihi fırında buluştuk. Kalaycılar, hallaçlar, bileyiciler, lehimciler, tenekeciler, akşam olunca kapının önünden geçen bozacılar, tahin pekmezciler, aşureciler, sokak sütçüleri, yağ satıcıları, pamuk helvacılar, macuncular, kızarmış ayva satıcıları. Gözümün önünden film şeridi gibi geçip gitti o yıllar.
Sonra sünnet hediyelerini düşündüm…
Eski Rumlardan kalan evimizin giriş katında küçük bir oda, odada da yüklük denilen ahşap kapılı bir bölüm vardı. O bölüm banyo olarak kullanılıyordu. Dört beş yaşlarımdaydım, annem bizi yıkarken alttan akan sular odanın içinde bir çukura doluyor, babam banyo sonrası o suları kazanlarla taşıyıp bahçeye döküyordu. Sonraki yıllarda bahçemize yeni bir banyo ve mutfak yapılınca o bölüm ardiye olarak kullanılmaya başlandı. Sünnet olduğum yıl o kadar çok bakır işi hediye geldi ki hiç gözümün önünden gitmiyor. Onlarca tencere, tava, ibrik, tabak, çatal, kaşık ve bardak; hepsi de bakır. Bakır malzemeler kullanılmaya başlandığında doğal olarak kalaycıya da ihtiyaç oluyordu.
Sokak aralarından o kadar çok kalaycı geçiyordu ki. Tüm mahallelinin tanıdığı kalaycı Arap Osman sokağın başına oturur, evlerden gelen tabak çanak ne varsa toplar, heybesine doldurup götürürdü. Birkaç gün sonra bakır kaplar pırıl pırıl, kalaylanmış olarak her eve tek tek teslim edilirdi. Okuma yazması olmayan Osman’ın nasıl olup da bunları not etmeden evlere teslim ettiğini aklım bir türlü almazdı. Sonra ne mi oldu? Sokak aralarında türeyen plastik kova ve leğen satıcıları evlerde ne kadar bakır eşya varsa silip süpürdüler; hem de yok pahasına. İnsanları plastik malzemelere mahkum ettiler. Ağzımdan çocukluğumda dilimden düşmeyen bir tekerleme dökülüverdi: “Aliniki İbrahimler, su içerler kalaylı tastan”… Ne demekse…
Havra Sokağı tenekecileri ile ünlüydü
Sakıp Taş
929 Sokak No:68 Havra Sokağı Kemeraltı
Hatırlarım, yıllar önce Havra Sokağı’na girdiğimde sağlı sollu dükkanlarda tenekeciler vardı. Kapı önlerinde kazanlar, kovalar, soba boruları, mangallar ve maşalar satılırdı. Hemen her evde odun sobaları vardı. Odunlar küçük bir çıra ile tutuşturulur, sönmemesi için ardı ardına odun atılırdı. Soba bir anda harlar, odayı sımsıcak yapardı. Tenekeden yapıldığı için kısa bir süre sonra ısısını kaybetmeye başlayınca odun takviyesi yapılırdı, uyku saati gelene kadar bu böyle sürüp giderdi. Teneke soba ve borular birkaç yılda yıprandığından sonbahar geldiğinde yeni sobalar alınır, sağlam olan borular islerinden, kirlerinden arındırılır, beyaz yaldız boya ile pırıl pırıl boyanır, eksik olanların yerine tenekecilere gidilip ölçü verilir, yenileri takılırdı. Önce kömür sobaları, ardından kaloriferli ısıtma sistemleri, klimalar, doğal gazlar derken teneke sobalar unutuldu gitti.
İşte o yılları yaşayan teneke ustası yetmiş bir yaşındaki Sakıp Taş, Havra Sokağı’ndaki son teneke ustası. Diğerleri teknolojiye yenik düşüp birer birer kapanıp gitmişler, onların yerine manav ve balıkçılar yerleşmiş. Babası Mehmet Emin Bey’den sonra mesleği keyifle yürüttüğünü; o günlerde kazan, kova, soba, soba borusu ve özellikle fare kapanlarının peynir ekmek gibi satıldığını anlatan Sakıp Usta, Kemeraltı’nın son teneke ustası olduğunu söylüyor. Sağlığı elverdiği sürece mesleği yürüteceğini vurgulayan Sakıp Taş, “Kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerin teknik liselerde en azından hobi amaçlı öğretilmesini çok arzu ederim. Hiç olmazsa unutulmasın. Bakın artık bizim sattığımız her ürünün plastik benzerlerini bulabilirsiniz. Teneke malzeme satışı nereye kadar sürecek” diyor. Odun sobalarının emaye sobaları bitirdiğini, plastiğin tenekeciliği yok ettiğini belirten Sakıp Usta elli altmış yıl önce gece yarılarına kadar çalışıp mal yetiştirmeye gayret ettiklerini de sözlerine ekliyor. Gazyağı yokluğu nedeniyle karpit lambalarının kullanıldığını, bütün teneke dükkanlarının karpit lambası yetiştirmek için gece gündüz, usta çırak demeden çalıştığını, o yıllarda iyi paralar kazandıklarını anlatan Sakıp Usta, “Ama gün geldi tenekeciler derneği bile kapatıldı. İki dönem başkanlık yaptığım dernek, teneke dükkanlarının kapanması nedeniyle Demir Sanayi Derneği’ne devredildi” diyerek sözlerini noktalıyor.
Yüz yıllık kalaycı aile
Aziz Bartık
Palamut İş Hanı 6/13 Kemeraltı
Kırk yaşındaki ‘Son Kalaycı’ Aziz Bartık’ın Palamut İş Hanı’ndaki dükkanına uğradık. Adını taşıdığı dedesi Aziz Bartık’tan mesleği baba Nazmi Bartık teslim almış. Yetmiş sekiz yaşında ve hala hayatta olan baba Nazmi anahtarı oğlu Aziz’e devretmiş. Bir yandan kalay yapan ve bir yandan da bizimle sohbet eden Aziz Bartık, “Bir oğlum var ve bu mesleğe kesinlikle sokmam, sokakta çöp toplasın ama kalaycı olmasın” diyor. Nedenini sorduğumuzda ise önce kalay yapımında kullandığı malzemeleri sıralıyor birer birer… “Nişadır, saf kalay, kostik, tuz ruhu ve pamuk tüm bunları kullanan tek ocakçı benim” diyor ve devam ediyor, “Ellerim iltihaplı ve yanık içinde, çok zor ve tehlikeli bir meslek. Çırak geliyor, yanımda işe başlıyor, on beş gün sonra ellerinin yandığını söylüyor ve çekip gidiyor, kalaycı olarak ardımdan yetişen biri yok. Ben bu mesleği en fazla on yıl daha yaparım, ondan sonra bırakırım, bu kalaycılık mesleği de Kemeraltı Çarşısı’nda yok olur gider…”
Sokak aralarında gezen ve kalay yapanlara dikkat çeken Aziz Usta kaplamada kullanılan malzemenin kalay değil kurşun olduğunu anlatıyor ve tehlikelerinden söz ediyor. Usta, “Kalaylı kaplar kullanıma bağlı olarak bir yıl kullanılır, tehlikesi yoktur. Ancak kurşun ile yapılan işlem üç ay sonra dökülmeye başlar, tehlikesi çok büyüktür, insanı zehirler. Bu zehir vücutta kalıcı hasarlar yaratır, kansere neden olur” diyerek uyarıda bulunuyor.
99 yıldır demir tavında
Ali-Ömer Akdemir
873 Sokak No:77 Kemeraltı
İzmir 15 Mayıs 1919 yılında Yunanlar tarafından işgal edildiğinde tarihi Kemeraltı Çarşısı’nda 873 Sokak’taki dükkandan hala dövülen demirin sesleri geliyormuş. O gün bu gündür kepenk hiç inmemiş, neredeyse gece yarılarına kadar demir tavında olması için dövülmüş. Ali ve Ömer Akdemir kardeşler, babaları Süleyman Akdemir’in bu dükkanda çırak olarak Sabri Usta’nın yanında çalışmaya başladığını, uzun yıllar ailenin tek geçim kaynağının demircilik olduğunu anlatıyorlar. Geçmiş yıllarda çok iyi paralar kazandıklarını, ancak artan maliyetlerin ve gelişen teknolojinin demircilik mesleğini yok etme aşamasına getirdiğini söyleyen Ali Akdemir, “Tamamen el emeğimizle çalışmak zorundayız. Gün geliyor on altı on yedi saat demir dövüyoruz. Gençler gelmiyor, çırak gelmiyor, çünkü meslek ağır, gün boyu çalışmak zorundayız. Birkaç yıl öncesine kadar işler durma noktasına geldi. Bizim kor ateşten alıp demiri döverek yaptığımız tarım aletlerinin fabrikalarda seri üretimi başlayınca maliyet düştü, müşteriler de ucuz olanı tercih etmeye başladı” diyor.
Sosyal medya imdada yetişiyor
Söze giren Ömer Akdemir, “İki kardeş kara kara düşünmeye başladık, geçimimizi nasıl sürdüreceğiz diye. Gelip giden ve bize sipariş veren kampçı gençlerin önerileri doğrultusunda, Facebook’ta sayfa açtık. Adını da ‘Kemeraltı Demircisi Ali’ koyduk. Bizi sosyal medya kurtardı. Demir tavında dövülür diye düşündük. İyi ki açmışız, bir anda özellikle kampçılardan özel istekler gelmeye başladı. Siparişler ardı ardına sıralanınca işlerimiz açıldı, ekmeğimiz çıktı. Şimdi sipariş üzerine çalışıyoruz. Özellikle kampçılar balta ve bıçak siparişi veriyorlar. Türkiye’nin dört bir yanından siparişler geliyor, gece gündüz ter döküp onları yetiştirmeye çalışıyoruz. Özel baltalar ve bıçaklar yapıyoruz, hepsi kişiye özel malzemeler. Ancak biz kapıya kilit vurduğumuzda Kemeraltı Çarşısı’nda demirci ustası kalmayacak. Yani biz son demirci ustalarıyız” diyor.
150 yıldır bıçak üretiyorlar
Bıçakçı Hasan
873 Sokak No:63 Kestanepazarı Kemeraltı
Huriye Çalhan Elgenay bir yandan bıçağı biliyor bir yandan da bizimle sohbet ediyor: “Bu işi dededen aldığımızda eşimle birlikte günde ancak elimizde on tane bıçak üretebiliyorduk. On bıçağın tüm işlemleri de ancak gece geç vakit tamamlanabiliyordu. Önce boynuzu alıyor, sıcakta yakmadan şekil vermek için öğlene kadar didiniyorduk. Boynuz ısınınca pense ile şekil veriyorduk. Öğle vakti geldiğinde ise ancak on boynuz, sap şekline geliyordu. Öğleden sonra da bizim taslak diye tabir ettiğimiz on adet bıçak zor çıkardı. Yatsı ezanı okunduğunda on bıçak anca hazır olurdu. O yıllarda bilmiyorduk, toptancılar bizim elimizden ucuza alıp gidiyorlardı el yapımı bıçakları. Sonraları uyandık, kendi malımızı kendimiz satmaya başladık.”
Bursa değil Yatağan
Bütünşehir yasası ile Yatağan’ın, Denizli’nin Serinhisar ilçesinin bir mahallesine dönüştüğünü anlatan Hasan Elgenay ise dedesinin bıçak ustası olduğunu söylüyor. Yatağan’da toprağını işleyecek tarla bulunmadığı için hemen her evde bıçak üretimi yapıldığını vurgulayan Bıçakçı Hasan Usta, “Bizim ailemiz yüz elli yıldır bıçak üretiyor. Bıçak üretim işi denildiğinde akıllara Bursa geliyor. Ancak gerçek öyle değil, Bursa’dan gelip Yatağan’dan bıçak satın alıp gidiyorlar. Artık el işi bıçakları sadece ısmarlama ve sipariş üzerine yapıyoruz. Teknoloji ve fabrikasyon üretim maliyetleri düşürdüğü için el yapımı bıçaklar pahalıya geliyor. Yine de talep çok. Altmış beş yıldır Kemeraltı’nda bıçak satıyoruz. Ayrıca bağ makası, çim makası, koyun kırpma makası da elle ürettiklerimiz arasında” diye konuşuyor.
Torun da bıçak ustası oluyor
Baba mesleğini sürdüren Hasan Usta, torunun da bu mesleği yapmasını istiyor ve onu yanından ayırmıyor. Kendi babasının da bıçak ustalığını devam ettirmesini istediğini hatırlatan Hasan Elgenay, “Evin bir oğluydum, babam mesleği öğrenmemi çok istedi ve sanırım o nedenle de beni okutmadı. Küçüklüğümden beri babamın yanında çalıştım, bu işi öğrendim, bıçak ustası oldum. Bizim bu işi yaptığımız yıllarda teknoloji yoktu. Her türlü işi ellerimizle yapmak zorundaydık, bu yüzden gece yarılarına kadar çalışırdık. Şimdi teknoloji var, her şeyi yapmak çok kolay” diye anlatıyor. Hasan Usta’nın ailelere de bir mesajı var: “Aileler çocuklarını mutlaka okutsunlar ama çocuklarına bir de zanaat öğretsinler. Üniversiteyi bitiriyorlar, diplomalı işsiz oluyorlar. Torunum Ahmet lise yıllarında okuldan çıktıktan sonra koşarcasına yanıma gelirdi. Akşama kadar çalışır, bu arada derslerini de ihmal etmezdi. Şimdi Ahmet Usta olma yolunda ilerliyor, yani bizim işimizi devam ettirecek.”
Elek, kalbur, takunya
Ali Erdoğan
878 Sokak No:39/A Kemeraltı
Dar basamaklı merdivenlerden tırabzana tutunarak çıktığımız dükkanda yetmiş beş yaşındaki Baba Mehmet Erdoğan koltuğuna uzanmış şekerleme yapıyordu. Pek ses etmeden oğlu Ali Erdoğan ile konuştuk. Babasının elli yıl önce amcasının oğlundan devraldığı dükkanda kalbur (kalın telli), elek (ince telli) ve takunya üretiyor, satışını da buradan gerçekleştiriyor. Bu mesleğin daha çok Roman vatandaşlar tarafından yapıldığını, tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın tek elekçisi olduğunu belirterek devam ediyor: “Eski yıllarda ev kadınları o kadar çok elek kullanıyordu ki, yetiştiremiyorduk. Un eleği çok satılıyordu. Ancak fabrikalar hazır paketler üretip piyasaya çıkarınca, un için elek kullanılmamaya başlandı.”
Elek ve kalburların kasnaklarının gürgen veya çınar ağaçlarından yapıldığını, Bursa Kemalpaşa’dan geldiğini anlatan Ali Usta ölçülerin yirmi ila yetmiş santim arasında değiştiğini söylüyor. Elek çeşitleri arasında kalburabasma eleği, kestane kalburu, susam kalburu, çerez kalburu ve zeytinyağı eleği bulunduğunu anlatan Ali Erdoğan, “Biz kapattık mı Kemeraltı’nda bu iş biter” diye konuşuyor. Dükkanda ayrıca az miktarda takunya üretimi yaptıklarını da hatırlatan Ali Usta, “Önceki yıllarda o kadar çok takunya satardık ki, gece gündüz çalışır, yetiştirmek için babamla birlikte didinip dururduk. Özellikle yardımsever vatandaşlar camilere bağış yapmak için çok sayıda takunya satın alırlardı. Artık eskisi gibi kullanılmıyor. Bazı hamamlardan nostalji olsun diye gelip satın alıyorlar, sanırım bu gidişle vitrinlerde süs malzemesi olacak” diyor.
Kemeraltı’nın son fıçıcısı
Cihangir Dinç
Büyük Demir Han Kemeraltı
878 Sokak No:20
Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nı çok iyi bilenler hüzünlenecek. Büyük Demir Han’ın kapısından girdiğinizde sol tarafta fıçı ve ahşap sandalye üreten Selahattin Usta vardı, şarap fıçısı üretmesiyle ünlüydü. Özellikle sipariş üzerine çalışır, yaptığı diğer ahşap malzemeler yıllarca kullanılırdı. Ben sanırım epeydir Kemeraltı’na gitmiyorum, sokak aralarında dolaşmıyorum. Atilla Özdemir ile birlikte Büyük Demir Han’ın kapısından içeri adımımızı attığımızda adeta şoke oldum. Sol taraftaki binanın yerinde yeller esiyordu. Ahşap yapı yıkılmış, bir tek altındaki taştan temeller kalmış, üstünü otlar sarmıştı. Şaşkınlıkla bakarken esnaf durum hakkında hemen bilgi verdi. Vakıflardan bir yetkili gelmiş, “Bu binanın altında mescit var” demiş. Kemeraltı’nda cami yok ya! Gerekli prosedür başlatılmış, Selahattin Usta tahliye edilmiş, bir süre sonra da yaşamını yitirmiş. Şimdi o binanın yerinde hüzün var. Esnaftan bu fıçı işini oğlunun devam ettirdiğini, dükkanı sahiplendiğini, biraz ötede bir binanın çatı katında fıçı üretmeyi sürdürdüğünü öğreniyoruz. Onlarca basamak çıkıyoruz, kat kat dolaşıyoruz ve çatı katında fıçıya gergef çeken Cihangir Dinç Usta’ya ulaşıyoruz. Elli iki yaşındaki Usta bizi görünce dert yanıyor:
“Babamın Sinop’tan gelip elli yıl emek verdiği dükkanını yıkıp gittiler. Burada fıçı üretmek zor, inip çıkmak zor, malzeme taşımak zor ama ekmeğimi çıkarmak, baba mesleğini yürütmek için ayakta durmaya çalışıyorum. Bizim yaptığımız marangoz ve mobilya işine benzemez. Tamamen işçilik, alınteri ve el emeği istiyor. Şarap fıçısı yapmak için günlerce bekleyeceksin, ahşaba şekil vereceksin, sızdırmasın diye dikkatle izleyeceksin, yani sıfır hata olacak. Bir günde bir fıçıyı gece yarılarına kadar çalışarak tamamlıyorum, çırak yok, usta yok… Çırak geliyor, bir hafta on beş gün sonra çekici elinden atıp gidiyor, dayanmak zor. Yeni ustalar yetişmediği için Kemeraltı’nda fıçı yapan dükkan ve usta olmayacak. Bu dükkan kapandı mı bu iş biter.”
Meşe ağacından yaptığı ve oldukça zahmet isteyen şarap fıçılarına talebin az olduğunu, ancak dekoratif fıçı isteyenler için sipariş üzerine çalıştığını anlatan Cihangir Usta, bu mesleğin ölmemesi için yanında yetişmek isteyen çıraklara çağrı yapıyor. Yoksa kapıya kilit vurduğunda fıçıcılık mesleği de Kemeraltı’nda son bulacak.
Ege’nin ve İzmir’in tek bakır ustası
Veteriner olacakmış ama…
İnan Yıldırım
Büyük Demir Han Kemeraltı
İnan Yıldırım çocukluğunda hayvanları pek seviyor, eve sürekli kedi köpek getiriyor, sokaktaki hayvanlara sahip çıkıyor, onları besliyor, barınaklar yapıyor. Belli ki meslek seçimi de hayvanlar üzerine olacak. Liseyi bitirdikten sonra kararını veriyor ve tercihini veterinerlikten yana kullanıyor. Sınavlara giriyor, Konya Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi’ni kazanıyor. Sevinçten havalara uçuyor. Beş yıllık eğitimin ardından babasının Büyük Demir Han’daki dükkanına geliyor ve bir iş kurana kadar yardımcı olmaya çalışıyor. Bu arada kendince modeller üretip bakır üzerine işlemeye başlıyor, o kadar özel modeller üretiyor ki, eşi ve benzerini kimse taklit bile edemiyor. Bir bakıyor ki yıllar geçmiş, altmış yıllık baba mesleği bakırcılığı yapmaya başlamış. 2000 yılında Veteriner Hekim diplomasını alarak geldiği baba işyerinde on yedi yılı geride kalıyor. İnan Yıldırım Ege’de tek usta olarak bir kendisinin bir de yanında çırak olarak çalışan kardeşi Orhan Yıldırım’ın kaldığını söylüyor. Çırak olarak kimsenin gelmediğini, çünkü bu mesleğin titizlik ve sabır gerektirdiğini anlatan İnan Yıldırım, “Bizden sonra bakır ustası yok, dükkanı kapattık mı, devamı yok” diyor.
“Benden iyisi yok!”
Ut yapım ustası Necati Gürbüz
Kestelli Caddesi No:52 Kemeraltı
Kemeraltı Anafartalar Caddesi’ni kesen ve İkiçeşmelik (Eşrefpaşa Caddesi) yokuşuna uzanan yolun sağ tarafında, iki katlı eski bir konak… Önünden yıllardır geçip gidiyorum, boş sahipsiz diye düşünüyorum. Bir yandan da çok merak ediyorum içini. Konak sahipsiz gibi görünüyor ama yıkılıp dökülmüyor, demir kapısı, demir kepenkleri yerli yerinde duruyor, taş işçiliği muhteşem, bayılıyorum bu binaya. Atilla Özdemir, “Abi şimdi Necati Usta’ya uğrayacağız” diyor. Binanın önüne geliyoruz, kapıyı çalıyoruz. Birkaç dakika sonra kapıyı genç biri açıyor, bizi içeri buyur ediyor. Ahşap merdivenlerden on beş basamak çıkıyoruz, yine ahşap camlı kapının ardında aydınlık bir oda ve aydınlık bir yüz bizi karşılıyor. Altmış iki yaşındaki Necati Gürbüz… O kadar kendine güveni var ki, daha söyleşinin başında, “Ut yapımında ben en iyiyim” diyor. Gençlik yıllarında teknik liseyi tercih ediyor, döküm ustası olarak yetişiyor ama ut yapım ustası olarak isim yapıyor. Türkiye’nin dört bir yanından Avrupa’dan ve çeşitli ülkelerden siparişler yağıyor. Ut yapımı kolay bir iş değil, yılan ağacı dedikleri tropikal bir ağacın ut haline dönüşmesi tam iki yıl sürüyor. Bedeli ise 3 bin 500 Euro. Necati Usta’ya, “Neden Euro, Türk parası değil?” diye soruyorum. Malzemenin dışarıdan geldiğini ve fiyatının Euro olarak ödendiğini söylüyor. Uda en iyi tınıyı vermek için çok ama çok titiz bir çalışma gerektiğinin altını çizen Necati Usta, “Ut talepleri genel olarak konservatuvar öğrencileri ile sanata gönül verenlerden geliyor. Çoğunlukla kullandığımız ağaç türü güneydoğu cevizi, mürdüm eriği veya gül oluyor. Dört ay sonunda ut, çalınacak duruma geliyor ve bedeli 700 Euro” diyor.
Bu arada misafir olarak gelen ve tınıyı en iyi veren ustalardan biri olduğunu öğrendiğimiz Nuri Tutpınar ile tanışıyoruz. Bir udi olarak ben de udumu yapan hocanın ismini verdiğimde ortak dostlarımız çıkıyor, sohbet sıcak bir şekilde devam ediyor. Necati Usta ut yapımının çok uzun sürdüğünü, bu nedenle de maliyetinin yüksek olduğunu anlatıyor. Bu işi devam ettirecek kimsesi olup olmadığını sorduğumuzda, “Çırak yok, usta yok, gönül veren kendini yetiştirir” diye konuşuyor. Otuz beş yıldır yaptığı tüm utların şeceresinin kendisinin özel arşivinde saklı olduğunu ifade eden Necati Gürbüz, “Hangi yıl olursa olsun gelip beni bulurlar, ben de udun şeceresini çıkarırım, neyi var neyi yok buluruz, gerekirse tedavisini yaparız” diyor bir doktor edasıyla…
Eski zamana yeni ayar çekiyor
Feti Pamukoğlu
850 Sokak No:27-28 Kemer Plaza Kemeraltı
Elli, yüz, belki de yüz elli yıllık saatler söz konusu olunca, devreye antika saat tamiri yapan ustaların ustası Feti Pamukoğlu giriyor. Yaptığı işin adının Horoloji (tarih, zaman ve saat bilimi) olduğunu söylüyor. Bir elin parmakları kadar az sayıda kalmışlar koca Türkiye’de. Bu yüzden el üstünde tutulduğunu söylüyor. Şehirden şehre koşturuyor kulelerdeki saatleri kurmak, zamana uydurmak için. Bir gün Konak (Atatürk) Meydanı’nda İzmir Saat Kulesi, bir gün Eşrefpaşa, bir başka gün Çanakkale, Balıkesir, Ayvalık, Bergama. Çalıştığı mekana dükkan demeye dilim varmıyor, müze desem yeridir…
Mesleğe ilkokulda yaz tatilinde babasının yanında saat yaparak değil bozarak başladığını anlatan Feti Pamukoğlu “Saatçilik bizde dede mesleği, üç kuşaktır devam eder. Saatçiliği dedem İzmir’de yapmış. Hatta ilk mekan vergi kayıtlı Keçeciler Tilkilik tarafı, daha sonra Üçüncü Beyler. Dedem mesleği bir ustadan öğrenmiş, Allah rahmet eylesin saygıyla yad ediyorum. Benim ustam babam, dedemi göremedim, benim doğduğum sene vefat etmiş” diyor.
Teknoloji her yerde karşımıza çıkıyor
Yüz yıl önce dede ile başlayan meslek babaya, babadan da oğula geçerken, teknoloji de gelişiyor, mekanikten elektroniğe geçiliyor. Kurmalı saatler durduğu anda ‘pat pat’ diye vurduk mu başlardı ‘tıkır tıkır’ çalışmaya, kulağımızı dayardık sesini daha iyi duyalım diye… Sektör kendini öyle bir yeniliyor ki, artık saatler teknolojiyle birlikte evlerin duvarlarına, masalara, kollara; köstekli, zincirli, afili saatler pantolonların ceplerine; dijital saatler buzdolaplarına, fırınlara, çamaşır makinelerine, kısacası yaşamın içine giriyor. Söyleşi sırasında, tıkır tıkır işleyen saatlerden guguk kuşu ve gong sesleri geliyor. Görmeyenler için yapılmış saatin on beş dakikada bir çıkardığı ses yankılanıyor kulaklarımda.
Üç beş kişi yapıyor
Türkiye genelinde bu işi yapan üç beş usta kaldığına değinen Feti Pamukoğlu, biraz üzgün, biraz kırgın, biraz da dalgın diyor ki, “Benim mesleğimi arkamdan devam ettirecek kimsem yok, vitrinimin sağ tarafında benim gibi mesleği devam ettirecek kimsesi kalmamış ustalarımızın bana bıraktığı manevi değeri yüksek paradan çok daha önemli şeyler var. Onları yaşatmaya çalışıyorum. Mesleğin bilgisi bende kalmasın diye zaman zaman mesela sanat okullarına, meslek liselerine gidip söylüyorum. Diyorum ki; önce ilgi lazım, bilgi arkadan gelir.”
İzmir Saat Kulesi’ne altı günde bir uğruyor; altmış altı basamak çıkıyor, yüz on yedi yıldır çalışan saati kuruyor. Bakım içinse üç ayda bir çıkıyor; asırlık saati yerinden söküyor, gerekli bakımları yapıp tekrar yerine koyuyor. Bu işlem neredeyse iki üç gününü alıyor. İnsanlar önünde güvercinlere yem atarken Feti Usta zamana ayar çekiyor…
Örücü Hasan
848 Sokak No:80/P-32 Beyler Kemeraltı
Yolunuz Kemeraltı Çarşısı’na düşerse özellikle Beyler Sokaklarında (2. Beyler) dolaşırken gözünüze bir levha ilişir ve orada ‘Örücü Hasan’ yazar. Hasan Güvenir, kazak, bere veya atkı ören bir usta değil. Paraya kıydınız, en değerli ve en pahalı kumaştan bir takım elbise yaptırdınız. Onun adına damatlık diyelim. Gece düğünde giydiniz, oynadınız, zıpladınız ve bir anda pantolon veya ceketiniz masada kalmış son çiviye takıldı ve yırtıldı. Can havliyle “Gitti güzelim takım elbisem!” diye hayıflanmaya başladınız. İşte bu işin doktoru, ustası ve hatta son ustası Hasan Güvenir tam elli yıldır bu işi yapıyor, yırtılan kumaşı ilmek ilmek örüyor. Teslim almaya gittiğinizde ise yırtık neredeydi diye aramayın, çünkü bulmanız olanaksız. Örücü Hasan Güvenir işte böyle bir usta… Sandalyesinde otururken iki büklüm kumaşın üzerine kapanıyor, iğneler ile titiz bir şekilde yırtık kumaşın üzerine adeta bir köprü kuruyor, her bir teli diğer tel ile buluşturuyor. Örme işi yırtığın büyüklüğüne göre bazen iki saat, bazen beş saat bazen de günlerce sürüyor. Bu uğurda iki gözünü neredeyse yitirmiş, kalın gözlükler kullanmak zorunda ama bu mesleği yaptığı için pek keyifli. Baba mesleği değil, Örücü Engin Usta’nın yanına on dört yaşında çırak olarak giriyor, ustasından çok küçük yaşlarda öğreniyor örücülük işini. Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nda birkaç kişi kalmışlar, Hasan Örücü de onlardan biri. Arkalarından gelen usta veya çırak yok. Onun deyimiyle meşakkatli, zor, çok zor bir iş. Hasan Usta, göçüp gittiklerinde bu işi sürdürecek kimsenin kalmayacağını ve örücülük mesleğinin tarihe karışacağını söylüyor.
1970’li yıllarda çok kıymetli bir meslekti
Mesleğe başladığı yıllarda örücülük işinin çok kıymetli bir meslek olduğunu hatırlatan Hasan Usta, “Herkes yapamazdı, çok para verip aldığı bir ceketinde minik bir sigara yanığı olmuş. Adam şimdi bunu atsın mı” Bize gelir, biz o deliği kapatırız, nerede olduğunu bulamaz bile. Bir mantoyu, paltoyu veya kabanı güve yiyebilir, aslına uygun bir şekilde kumaşı öreriz. Artık biten bir zanaat, geçer akçe değil, mesleğimiz can çekişiyor. Çok az kişi kaldık, üzülüyorum ama yapacak bir şey yok, bizden sonra yok olup gidecek” diye dertleniyor.
Hamza Gönül
Hisar Camisi önünde mühür kazıtmaya devam
Halk arasında kazıma mühür diye bilinen ve imza yerine geçen mühür kazıma işi hala geçerliliğini koruyor. İki binli yıllara gelmemize rağmen okuma yazma bilmeyen çok sayıda insan var. Hisar Camisi önünde yıllarca mühür kazıyan Ali Fuat Amca rahmetli olmuş, o yıllarda bu işten iyi ekmek yemiş, çocuklarını okutmuş, eli ayağı tutana kadar da sürdürmüş bu işi. Şimdilerde yine Hisar Camisi önünde bir kaligrafi ustası olan altmış iki yaşındaki Hamza Gönül mühür kazıma işini tanesi on liradan yapıyor. Ancak haftada üç dört parça iş yapabildiğini söylüyor. Sadece okuma yazma bilmeyen vatandaşların mühür kazıtmadığını, eğitim almış, yüksek okul bitirmiş ancak hastalık nedeniyle imza atamayacak durumda olanların da mühür kazıttığını hatırlatıyor. Okuma yazma bilmeyen vatandaşların imzası yerine geçen ve resmi işlemlerde geçerli olan mühür kazıma işini keyifle yapan Gönül, “Biz mührü kazıyoruz, kazıtan kişi notere gidiyor, yanında akrabası olmayan iki kişi tanıklığında noterin verdiği resmi belge ile geçerli oluyor” diyor. Kullanılabilmesi için noter tarafından onaylatılması gereken mührün kaybolması durumunda bir kopyası çıkarılamıyor, bu sebeple yeni bir mühür yapımında tekrar noter onayı almak gerekiyor. Pirinç üzerine kişinin adı soyadı kazınarak yapılan mühürlerin kopyasını yapmak mümkün değil. Ayrıca plastik yapılan kazıma mühürler resmi işlerde geçerli olmuyor.
Son rölyefçi
Tuncay Uyar
Büyük Demir Hanı
0 534 675 87 25
Seksen iki yaşında yaşama veda eden İsmail Reşat Uyar ve kardeşi Hayri Uyar İstanbul’da Ermeni bir ustanın yanında çırak olarak işe başlarlar. Meslekte ustalık payesi alınca kendi işyerlerini kurup rölyef yapmaya girişirler. Bakır malzemenin üzerine binlerce imza atarlar. İsmail ve Hayri kardeşlerin babaları Vahdet Uyar da ünlü bir rölyef ustası olunca meslek yüz elli yıllık bir geçmişe uzanır ailede. Baba yaşlanıp işi bırakınca, yanında yetişen iki oğlu Tuncay ile kardeşi Hayri Uyar, İstanbul Eyüp Sultan’da ‘Babanın Oğulları’ diye tanınmaya başlarlar, ünlerine ün katarlar. Daha sonra yolları İzmir’e, tarihi Kemeraltı Çarşısı’na düşer ve rölyef işinde aranan isim olurlar. Hayri Uyar siroz hastalığına yakalanarak yaşama veda edince Tuncay Uyar rölyef işini bir süre daha sürdürüp dükkanına kilit vurur. Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın tek rölyef ustası Tuncay Uyar, Kadriye Mahallesi’ndeki evine çekilip yaşama küsmeden bulabildiği işlerde çalışmaya devam ediyor. Tuncay Usta’yı Büyük Demir Han’da bakır ustası İnan Yıldırım’ın yanında rölyef işlerken bulduk, biraz sohbet ettik. Usta, “Babam öldü, ardından kardeşimi kaybettim. İzmir Kemeraltı’nda “Babanın Oğulları” diye ün yaptık. Binlerce rölyef işledik, çok iyi paralar kazandık. Yanımıza çırak gelmedi, yeni ustalar yetişmedi. Rölyef işi artık okullarda öğretiliyor. Ben devletin bu soruna el atmasını isterim. Bu zanaatı öğrencilere okullarda öğreteyim. Meslek yok olmasın, daha çok usta yetişsin” diyor.
Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nda alaylı usta olarak sadece kendisinin kaldığını hatırlatan rölyef ustası Tuncay Uyar, elinde çantası, özel sipariş aldığında koşturuyor. Bizimle sohbet ederken bir yandan da işini yapan ustanın çalışması sırasında dikkatimi çekiyor; usta çizim yapmadan bakırı işliyor, ortaya muhteşem bir eser çıkıyor. Tuncay Usta, “Ben yapacağım çalışmayı bakır üzerine çizmem. Çizim kafamdadır, ne işleyeceğimi bilirim, çalışırım, eserimi ortaya çıkarırım” diyor. Çalışma bittiğinde her biri birbirine benzeyen güller ortaya çıkıyor.
Odun ateşinde kahve kavuruyordu
Yusuf Amca
847 Sokak No:15/1 Kemeraltı
O artık ‘son usta’ bile değil, çünkü dükkanı kapatmış, yerine kebapçı açılmış. Dile kolay altmış yıl süreyle odun ateşinde çiğ kahve çekirdeğini kavurmuş, mis gibi içelim diye alın teri dökmüş o sıcağın başında. Tüm kahve satıcıları Kemeraltı Çarşısı’nda kuyruk olurmuş çiğ kahve çekirdeklerini odun ateşinde kavurtmak için. Yusuf Amca’yı kapattığı dükkanın hemen yanındaki çay ocağında kahvesini yudumlarken bulduk. Yaşının ilerlediğini ve kahve kavurma işini yapamayacak hale geldiğini söyledi. Kendisinden sonra bu işi devam ettirecek bir ustanın yetişmemesi nedeniyle kahve kavuruculuğu işinin Kemeraltı Çarşısı’nda son bulduğunu hatırlattı.























Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.