Hacivat’ı da Karagöz’ü de hepimiz tanırız değil mi? Az çok neden idam edildiklerini de biliriz. Şeyh Küşteri’yi de, Hacivat ve Karagöz’ü, idam edilmelerinden sonra “sonsuza dek” yaşatmaya başlayan kişi olarak hatırlarız.
Ama bu filmi görmelisiniz. Hem de saniye saniye dikkatle izlemeli sonra da şöyle etrafınıza bakmalısınız.
Örneğin aklıma takıldı. Bu film 17 Şubat 2006’da vizyona girmiş. Ama anımsıyorum da film ile ilgili öyle günlerce ne haber yapıldı ne de üzerinde duruldu. Oysa filmi izleyince, Türkiye’de “bazı grupların” tepki göstermesi beklenebilirdi. Dikkat ediyor musunuz bilmem ama, ben de bu film ile ilgili ancak 8 ay sonra yazıyorum.
Bu film üzerinde neden hiç durulmadı ben biliyorum. Çünkü bu film de özetle “doğru söyleyenin öyle ya da böyle kellesi gider” gerçeği vardı. “Kadı Pervane’nin” insanlık tarihinin en vazgeçilmez tipi olduğu ne güzel vurgulanmış. Kadı Pervane ki, kendi kellesini korumak, kendi çıkarlarını arttırmak için ne de güzel “siyaset” icra edip, Hacivat ile Karagöz’ü gönderdi cellâda? Hem de Orhan Gazi “emriyle”! Ne bilsin Orhan Gazi, emrinin sonucunu?
Kadı Pervane her devirde var. Yanlışı doğru eder, ağlayanın güldüğünü, sorunun olmadığını, şikâyetlerin yalan, dertlerin abartı, eleştirinin hakaret, siyahın beyaz, boşun dolu, kötünün iyi, tembelin çalışkan olduğunu bir güzel “siyasetle” ne de güzel yutturur Bey’lere, Başkan’lara, Paşa’lara! İşte onun için bu köşe aracılığıyla İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’na, benim deyişimle Aziz Abi’ye bir davetim var bugün. Korsan olmayan VCD’yi aldım. İstediği bir gün birlikte “Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü” filmini “sessizce” izleyelim. Davetim de ciddiyim. Yanıtı da burada yazacağım. Çünkü bayram da anladım ki Aziz Abi’nin etrafında umduğumdan çok Kadı Pervane var. Bense hem İzmir’i hem de O’nu seviyorum, korkuyorum!
“Örtü” size kalsın, ben sokağa gidiyorum
Sağcılık, solculuk, demokratlık, sosyalistlik, milliyetçilik, muhafazakârlık gibi “sosyal ve normal” taraflılıklar, sinir bozucu değişime bile uğrayabiliyor. Bu durumlarda anlayın ki, hiç ortalarda olmayan, adı geçmeyen ama hırsı hepimizin yaşamını olumsuz etkileyecek “tipler” “bir hedefe” yönelik yürüyüşe geçmişlerdir. Örneğin şu aralar İzmir’de sanki “Azizcilik” veya “Ekremcilik” ya da başka bir acayip tarafa zorlanıyoruz. Ve bunun altında inanın bana yaklaşan milletvekili seçiminde ya da ondan sonra yapılacak yerel seçimde “bir şey olmak isteyen” ama şu ana kadar adı yazılmayan “muhteremler” yatıyor.
Ben “Azizci” ya da “Ekremci” olacak kadar “cahil” değilim. Aziz Kocaoğlu’nun da Ekrem Demirtaş’ın da böyle bir “taraf politikasına” ihtiyaç duyacak acizlikte insanlar olmadığına da inanıyorum. Hatta böylesine taraflılıkların en başta onlara büyük zarar getireceğin düşünüyorum. Daha önce de yazdım, ben İzmir’in “daha dolu” konuları konuşmasını bekliyorum. Ben artık “sokakları” gidiyorum. Çünkü sokaklarda kimse, kimsenin yüzüne gülüp, elinden ekmeğini almaya çalışmıyor. Çünkü sokaklarda hala insanlık var. Sokaklarda hala düşündüğünü doğrudan söyleyecek kadar yüce kişilikli yurttaşlar var. Ve o yurttaşlar o “örtüyü” ucundan tutup kaldırmaya başladı bile.
Deprem korkusu İzmir’in suskunluğu
İstanbul’u yine deprem korkusu aldı. “Ulusal” yayın yaptığını iddia eden televizyonlar da, bir güzel “İstanbul’un yerel kanalı” olduklarını kanıtladılar. Maşallah hepsi haberlerine “İstanbul’da deprem olacak mı?” sorusuyla başlıyorlar. Biz de İzmir’de oturup, “İstanbul depremini” öğreniyoruz. Sanki İzmir’in riski yokmuş gibi! Ancak izliyorum da, bizde “tık” yok! Ne oldu İzmir’in “deprem çalışmaları”? Ankara’dan İzmir’e de, tıpkı İstanbul’a gösterildiği gibi “ilgi” gösteriliyor mu? Hani nerede İzmir’in başta AKP’li olmak üzere milletvekilleri? Yok mu o milletvekillerinin İzmir’de oturan yakınları, sevdikleri, akrabaları? Ne acayip bir kent olduk böyle. İstanbul “tek yürek” olmuş, belki de gerçekten yaklaşan depremi konuşuyor, İzmir ise daha bir yıl önce yaşadığımız korkuya rağmen ne kadar içi boş mesele ve tartışma varsa onlarla uğraşıyor. Ne diyeyim ki, Allah topumuzu ıslah etsin!
Başkan Tunçağ “farkı”!
Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Üçyol’a çok güzel bir şey yaptı Konak Belediyesi. Ebedi Şef’imizin resimleri arasından İzmirlilerin “Cumhuriyet Bayramı’nı” kutladı. Lakin bir yanlışla. Cumhuriyet’in 83. yılı olmasına rağmen, Belediye kutlamasında “84” yazıyordu. Bu yanlışı da 9 yaşında bir çocuk fark etti. Evet, sadece 9 yaşında bir çocuk. Ve bu çocuk bir yolunu bulup Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ’a ulaştı.
Şimdi sıkı durun. Başkan “büyüklük” taslamadı bu çocuğa. 9 yaşındaki çocuğu “ciddiye” alıp, yanlışı düzelttirdi. Şimdi Üçyol’da Cumhuriyet 83. yılı kutlanıyor.
Bu olay önemlidir. Halkla ilişkilerin iyiden iyiye “çelişkiye” döndüğü, insanlar arası münasebetlerin ranta dayadığı, selamın bile “çıkar” hırsından verildiği günümüzde bir belediye başkanının böylesine “sıra dışı” davranması takdire değerdir. Belki abartıyorum ama bu olay benim, özellikle mezarlık rezaletlerinden sonra “gülümsememe” yol açtı ve sizinle paylaşmak istedim.
Vergi dairesi “acı biber” sürer mi?
Milliyet Ege’de geçen gün yayımlanan bir habere göre İzmir’deki vergi denetmenleri işi gücü bırakmış, yurttaşın faiziler uygunken banka kredisiyle aldığı evlere takmış. Ev alan yurttaşları vergi dairelerine “çağırıp” sorgudan geçiriyorlarmış. Hatırlıyorum da İzmir Vergi Dairesi daha önce de “yeni evlenenlerin” peşine düşmüştü. Mustafa Bulut’u görsem soracağım ama bu “davet” işine taktım ben. Eğer bunda “gerçekten” bir devlet çıkarı varsa, bu daha “uygar” yapılamaz mı? Yani vatandaşa telefon açılır, evine gidilir. Ama mutlaka “güler yüz” gösterilir ve iş “sorgulama” olmadan yapılır. Yurttaşı “ayağa” çağırmanın bu çağ yöntemleriyle değil “başka” çağların yöntemleriyle ilişkisi var bence. Öte yandan hani sormadan edemeyeceğim, İzmir Vergi Dairesi “her türlü” vergi kaçağını önledi de iş, vatandaşın evine eşyasına mı geldi? Bir de “davet mektubuna” uymayana, Mustafa Bulut ne yapar ki? Sağ elinin başparmağını sallayarak “ıııııııı” mı der yoksa gelmeyenin ağzına acı biber mi sürer?
E.Ü. Acil Servis bıktırdı
Sözüm ona güya artık ülkemin hastanelerinde “hasta hakları” var değil mi? Boş verin siz bunları. Aytun Çıray’la bir “muhabbetim” olsa soracağım bu rezaleti. 13 Ekim 2006 tarihi saat 11.00 dolaylarında Ege Üniversitesi hastanesi Acil Servisi’nde öyle bir olay yaşandı ki, az daha can gidecekti. Ayrıntıları daha sonra yazacağım. Artık sevgili Ülkü Bayındır hocamdan randevu da beklemiyorum. Ama hastanenin sayın başhekimine bir çift sözüm var: Şartlar ne olursa olsun, insan yaşamı “sanıldığı” kadar “ucuz” değildir!
Teşekkür ederim!
Televizyonda 4 yıl 5 ay ve 7 gün yapmaya çalıştığım “Sabah Resimleri” programımım sona ereli bir ayı geçti. Ve biz televizyoncular hep “buza yazdığımızı” ve ekranda olmadığımız sürelerde unutulduğumuza inanırız. Allah her televizyoncu meslektaşıma, bayramda benim yaşadıklarımı nasip etsin. “Sabah resimleri müdavimleri” cep mesajlarıyla, telefonlarıyla, e-postalarıyla, sokakta, otobüste, metroda unutulmadığımızı hatırlatıp durdular. TV’deki izleyenlerimin şimdi birer www.kentyasam.com ve Yenigün Gazetesi okuru olduklarını öğrenmekten çok duygulandım. Hele kanıtlarcasına çantalarından çıkardıkları gazeteleri görmekten de mutlu oldum. Bir köşe yazarı olarak, ilk kez “köşemi imzalamaktan da” acayip havaya girdim. Ne diyeyim, teşekkür ederim!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.