Sevgili Kentyaşam okurları,
Aradan tam üç yıl geçti, bu mektubu yazalı. Yine bir 10 Kasım’ı yaşayacağız. Ve ben yine aynı duyguları aynı kaygıları taşıyorum. Bu dünyada var olduğumuz sürece kendimiz, sevdiklerimiz, insanlık ve vatanımız için;
daha çok fayda,
daha çok katma değer sağlamamız,
daha çok ürün ortaya koymamız gerekmez mi?
Dedem’e Mektup – 18 Kasım 2002
Her Pazar sabahı olduğu gibi kızım o gün de erken kalktı. Kızım, televizyondaki çizgi filmleri gözlerini kırpmaksızın seyrederken gazetemi alıp uzanmak benim en iyi dinlenme yolum. İçim kıpır kıpır. Ertesi gün yaş günüm. Mutluyum. Sayfaları bir bir çeviriyorum. Ege haberleri kendimce daha önemli. Hürriyet Ege Eki’ni soluksuz okuyorum. Satır satır tarıyorum. İşte kendi içimde beni uzunca bir yolculuğa çıkaracak haberi okuyorum. “Çanakkale Turizm ve Tanıtma Derneği, ‘Anılarla Çanakkale 1915′ konulu yarışma düzenledi. 1915 yılıyla ilgili anısı olan herkesin katılabileceği yarışmaya en son katılım tarihi 18 Mart 2003 olarak belirlendi.” Dedem aklıma geliyor, “Gazi Mustafa Tellioğlu”. Hiç tanımadığım ama çok sevdiğim Dedem. Bu arada çocukluğum, geleceğim, kızım, eşim, kısacası hayatım, Dedem’e yazdığım mektupta bilgisayarın tuşlarıyla somutlaştı.
Seninle yüz yüze hiç konuşamadık, dedeciğim. Sıcaklığını, kucağına oturup da doyasıya yaşayamadım. Ben doğmadan çok önceleri sonsuzluktaki yerini almış olman seni sevmemi asla engelleyemedi. Bir başka dedem daha vardı, oysa. Kucağına oturma ihtimalim vardı. Bizimle bu dünyada uzun yıllar yaşadı. Ama hiçbir zaman bizi kucağına alıp bağrına basmadı. Elimi tutmaktansa bastonuna yaslanmayı güçlülük bildi. Senin elini tutma ihtimalim hiç yoktu. Ama hep sıcak elini hatırlıyorum. Yanağına yanağımı koyuyorum.
Bir kızım var. Neredeyse beş yaşına basacak. Onun doğumuyla sanki sana daha yakın oldum. Doğum için ameliyathanede sıra beklerken ölüme, sonsuzluğa, sana daha yakın hissettiğimden mi, bilmiyorum. İstiklal Marşı çaldığında gözlerimdeki yaş, o doğum anından bu yana hiç kesilmiyor. 10. Yıl Marşı’nda hıçkırıklarıma engel olamıyorum. “Bu kadın neden ağlıyor?” sorusuyla dolu bakışlardan da kurtulamıyorum, ne yazık ki…
Annem hep anlatır. Soğuk bir gecede sonsuzluğa gözlerini yummuşsun. O gece hiç olmadığı kadar kar yağmış. Senin vücudunun karların altında olduğunu düşününce Annem, üşüdüğünü düşünmüş. Çok ağlamış. Senin yanına gelip ısıtmak istemiş. Kızımın doğumu için hastaneye giderken İzmir’de hiç alışık olmadığımız kadar soğuk bir hava vardı. Kar yağmıyordu ama Mart’ın 13’ünde keskin hava bıçak gibi kesiyordu, her yerimizi. Annem, belli etmek istemiyordu yine de hissettim. Beni kaybetmekten çok korkmuştu. Dualarla, kızını ameliyathaneye gönderdi. İşte ben o an sana çok yakındım, dedeciğim.
Bugün 31. yaşımı kutluyorum. Yine gözü yaşlıyım. Eşim bana “Alaaddin’in Sihirli Lambası”nı hediye etti. Ama üzerinde “Nice Yıllara Emel” yazan pasta almayı akıl edemedi, diye kendimi yedim bitirdim. Aslında eşim, bütün dileklerimin yerine gelmesini dileyerek, aldı bu lambayı. Sembolik “Alaaddin’in Sihirli Lambası”. Ne kadar komik bir hikaye değil mi? Oysa sen daha çocuk yaşlarda elinde tüfek neferden nefere koşmuyor muydun?
Bizlere annem çok iyi baktı, dedeciğim. Kaloriferli, asansörlü evlerde büyüdük. Biz okula gitmek için sabah erken kalktığımızda eğer kalorifer yanmıyorsa, annem soba yaktı. Bizi yine üşütmedi. Gerçi her dönemde hasta olmayı başarabiliyorum. Anlıyorum ki, vücudum senin ki kadar güçlü değil. Senin yaşadığın yıllarda erkek olsaydım, Yemende, Suriye’de sonra da Çanakkale’de düşmanla savaşmadan önce bu hastalıklardan çoktan çürüğe ayırmışlardı beni. Sen ki, çocuklarını, karını Toroslar’ın aşılmaz geçitlerinde bırakıp yurt bildiğin her köşede savaştın.
Annem bazen gözleri dolar anlatır, senin için Çanakkale başka imiş. “Mustafa Kemal, vardı ki” dermişsin “Bir başka”. Üç parmağını almış götürmüş, şarapnel parçası. Hiç gocunmamışsın. Bilirim. Ama madalyanı ağabeyin maaş alabilmek için anneannemden çaldığı zaman hissettiklerin… Eminim ki çok üzüldün. Sonsuzlukta bunun burukluğunu yaşadığını biliyorum, sakın saklama. Gerçi anneannem, dimdik bir kadındı. Güçlü, mağrur. Ne de olsa tam on bir yıl eşini asker etmiş. Bu vatanın rahat kaloriferli, asansörlü apartmanlarında torunlarını okula göndermenin gizli mutluluğunu yaşayan asker eşiydi, o. Zor günlerinde de olsa, madalya ile alınan maaşa değil, onun huzurunu, onurunu yaşardı.
Çanakkale’den sonra gelmişsin, çok sevdiğin Toros Dağları’nın zirvesine. Akseki kucaklamış Gazi’sini. “Mustafa, geri dönmüş. Üç parmağını Çanakkale’nin toprağına can versin diye gömüp gelmiş” demişler, bağırlarına basmışlar. Düşmana geçit vermediğiniz Çanakkale’ye Akseki’den 56 yiğit asker kınalanıp gittiniz. Ama sadece üç asker geri döndünüz. Sen ki vatan için “Canım” demedin. Oysa savaşın acımasızlığını, zorluğunu çok iyi biliyordun. Güçlü bir erkektin. Arkadaşların, Yemen’de susuzluktan çukur kazıp atların, develerin dışkılarını süzerek, içtiklerinde sen onlara yardım ettin. Ama yapılı vücudun sayesinde bu zorluklar sana hiç koymadı. Toroslar’ın zorlu doğası sana yüreğindeki gücü vermişti.
Fazla duramamışsın yine de. “Kurtuluş Savaşı başladı. Ben bir tek parmağım kalsa yine savaşırım. Yine siperden çıkarım.” demişsin. Çocuklarını, karını koklayıp savaş meydanlarına dönmüşsün. İnönü’nün arkasında durmaktan, Mustafa Kemal’in komutlarıyla ilerlemekten hep gurur duymuşsun. Bir daha dönüşün İzmir’de son noktayı koyup düşmanı ilelebet yok edince olmuş. O yıllarda köstekli bir saat kullanmışsın. Aile geleneği olduğu için o saat, dayımlarda kalmış. Çok istedim. “Kullanırım” dedim. Vermediler. Bilmezler ki, ben senin kalp sesine alışmış kösteğini dinlerken dedemi duyacağım. Onunla birlikte savaş meydanlarında komutanımın emrini bekleyeceğim. Bilmezler ki…
Ölümünün ardından tam 8 yıl geçmiş. Yıl 1973, Annem, o yıllarda Hürriyet Gazetesi’ni okurdu. Her zamanki gibi gazeteyi eline almış. Birkaç sayfa çevirmiş. Karşısındaki fotoğrafı görünce inanamamış. Sanki sen hiç ölmemişsin ve Çanakkale Zaferi için düzenlenen törene katılmışsın. Hani her yıl mutlaka katılıp yedi gün geçirdiğin, kutlamalar. Bir an Annem, senin yaşadığına inanmış. İşte oradasın. Cephe arkadaşlarınla birlikte yerini almışsın. Kanserin seni tüketmediği yıllarda dimdik saf tutmuşsun.
Ufak bir hava değişikliğinde hasta olduğumu söylemiştim, dedeciğim. Ama merak etme yüreğim, en az senin ki kadar bu vatan için atıyor, kösteğin bende olmasa bile. Hep çalışıyorum. Bazıları, eşimde dahil bana “Bu kadar çalışmak aptallık” diyorlar. Ama sen beni anlarsın, dedeciğim. Ben bu toprakları için kanını, canını ortaya koyan bütün Mustafalar, Aliler, Mehmetler, Elifler, Ayşeler, Rahimeler, Şehitler ve Analar için çalışıyorum. Şimdilerde komutanlarımız, barış için dimdik senin gibi “Vatanım” diyerek, varlar. Günümüzde birçok da yönetici var. İyi yöneticiler için çalışıyorum. Çalışırken, hasta da oluyorum. Bazen eşimi, bazen kızımı, bazen annemi az görüyorum. Çünkü bu vatan, ekonomik zaferini ne yazık ki, kazanamadı. Çalışmadan para kazanmayı başarı sayanlar, şehitlerin, gazilerin ruhlarını eziyorlar. Ben bunlardan olmayacağım dedeciğim. Çok para kazanamıyorum. Kızıma iyi eğitim verebilmek için daha çok para kazanmam gerek. Bunu da biliyorum. inan ki elimden geleni, hem bu ülkenin çocukları, gençleri için hem de kızımın geleceği için sonuna kadar yapacağım.
Ben Yemen’de, Çanakkale’de, Sakarya’da, İzmir’de düşmanı silmiş bir dedenin torunuyum. Bugün “gelişmekte olan” diye nitelendirilen Türkiye’nin, kızımın, torunlarımın dönemlerinde “gelişmiş” diye nitelendirilmesi için son nefesime kadar çalışacağıma ve senin kalp atışlarını dinlemeye devam edeceğime söz veririm.
Gazi Mustafa Tellioğlu’nun Torunu
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.