Benim evim dünya

Çocukluk anılarımız vardır, unuttuğumuzu sanırız. Oysa içimizin bir köşesinde saklıdırlar. Ve günlerden bir gün, bir ses, bir koku ya da yıllar sonra ilk kez geçtiğimiz bir sokak bize o saklı anılarımızı uyandırır. Çağrışımlar bu kaynaklardan oluşur. Hafıza dediğimiz böyle anıların depolanmasıdır ve yaşamımızın en gizli değerleri olarak hiç olmadık bir anda kendilerini bize hatırlatırlar.

Hatırlarsınız, Ayfer Tunç’un 2001 yılında “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek: 70’li Yıllarda Hayatımız” başlıklı kitap yayımlandı ve kısa sürede çok satanlar listesinde yerini aldı. Başlığın ifadesi komşuya gönderilen ve annesinden haber getiren bir çocuğu canlandırıyordu. Çocuk annesinin nazik bir şekilde komşusunun misafir kabul edip edemeyeceğini soruyordu. 

Bu başlık okura, 70’li yılların kent hayatının yakın komşuluk ilişkilerinin yaşandığı dönemi hatırlatıyordu. Nisan ayında basılan kitap, aynı yılın Ağustos ayında yirmi dördüncü baskısını yaptı ve 2003’te uluslararası yerel edebiyat ödülünü kazandı. Kitabı okuduğunuzda “Eski günler öyle güzeldi ki!” demeden edemiyordunuz. 

Türkiye’nin ilk ve en ünlü mahalle dizisi “Perihan Abla” l980’lerin sonlarında çekilmişti ve dizinin başrolünde Perran Kutman oynuyordu. Dizinin başarısı, sonraki yirmi yıl boyunca mahalle dizisi türünün tamamına esin kaynağı oldu. Anılarım.net isimli web sitesinde izleyicilerden biri şöyle yazmıştı:

“Perihan Abla’yla büyüdük. Onunla dostluğu, paylaşımı öğrendik. Türkiye’nin böyle dizilere çok ihtiyacı var.”

O yıllar hayat tatlı bir hızla akardı. Dışarıda sokaktaki toplumsal aktivitelere erkek kadın, çoluk çocuk birlikte katılmasını olanaklı kılardı. Ev yapımı yiyecekler ve bostanlardan gelen taze meyveler, sebzeler ve herkesin birbirini tanımasının getirdiği bir samimiyet ortamı vardı. Hayatın daha yavaş aktığı, alışveriş ve diğer gündelik işlerin bugün olduğu gibi büyük zincir süpermarketlerde değil; eş dostla, komşuyla yapıldığı bir zamanlardı. 

Bizim kuşak çocukları için reçeller, kekler, kurabiyeler “anne” tadındaydı. Yediğimiz yemekler annelerin ellerinden çıktığı için mutfak epey zamanlarını alırdı. İçi kayısı marmelatlı kurabiyeler yok artık. Bir de saç örgülü anasonlu çörekler, anne eli değmiş yemekler… Aldığımız her gıda anne sıcaklığındaydı, yemeklere “anne” tadı sinmişti.

Pamuk helvalar, renk renk bulut bulut, pembe pembeydi. Isırınca ağzınıza yapışır, sonra dilinizde erir giderdi. Ya da sokaktan geçen dondurmacılar… Öğle uykularında dondurma alınacak vaadiyle yatarsınız, uykudan sonra kalkınca sokaktan geçecek dondurmacıyı beklemeye başlardınız. 

Eskiden anne babalarımıza gösterdiğimiz saygıyı mahallenin bütün büyüklerine de gösterirdik. O insanlar da gerektiğinde bir anne baba kadar olmasa da olanakları dahilinde yol gösterir ya da yardımcı olurlardı. Evlerde pişirilen her ne varsa (bir tas çorba bile olsa) komşulara verilir, her zaman kadir kıymet bilinirdi. 

Mahallede ihtiyaç sahipleri mutlaka herkes tarafından bilinir, gözetilir, yardım eli uzanırdı hiç durmadan. İhtiyacı olan kişilerde elindeki olanla idare edip, sabredip, çalışıp kimseye el açmazdı, dilenmezdi, hırsızlık nedir bilmezdi. İlkokula giderken, beslenme dersinde kokusu olan yiyecekleri götürmek yasaktı. Sırf kokusu yüzünden canı isteyip alamayan, maddi durumu olmayan öğrencilerin velileri zor durumda kalmasınlar diye…”Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” sözleriyle büyütülmüştük. 

Şimdilerde aynı apartmanda oturan insanlar yan komşusundan bile habersiziz. Kim hasta, kim yasta bilmeden yaşıyoruz. Apartmanda karşılaşmalar bile zoraki bir selam oluyor. Herkes birbirine yabancı. Komşumuzun muhabbeti apartman sakinlerine ulaşmıyor. Kimsenin vakti yok birbirini duymaya. İlgimiz yok. Zamanımız yok.

Bugün markette aroması da rengi de yapay zencefilli ithal edilmiş gazoz içiyoruz. Şili’nin bir köyünde yetişen ve uzun yolculuklar sonunda bize ulaşan ithal kırmızı, “sitokininli” iri üzümler yiyoruz. Ne mi sitokinin? Büyüme hormonu. Bu büyüme hormonu çocuklarda erken kıllanmaya yol açıyor. 

Yaz güneşi altında soğutması olmayan tankerle süt topluyorlar mandıralara. Tankere iki bardak hidrojen peroksit dökülüyor, akşama kadar ömrü uzuyor sütün. Hidrojen peroksit denilen de kadınların saç rengini açmak için kullanılan bir kimyasal. Süte ilave edilince bakterileri öldürüyor. 

Ya da raf ömrü uzasın diye paketleme aşamasında azot gazı sıkılmış mantılar yiyoruz. Onlara “gıda gazı” diyorlarmış. Taze etlere de oksijen gazı veriyorlarmış, hep taze ve kırmızı görünsün diye. Ya da serada yetiştirilen karanfil ve gül yetiştiren çiçekçiden müşteriye satmadan önce koku sıkılmış çiçekler satın alıyoruz. Ve tüm bu işlemlerin hepsi yasal. 

Gezegenimiz yardım çığlıkları atıyor. İnsanlık iklim krizini durdurmaya acil çağrı yapılıyor. Kasım ayının ilk haftası dünya liderleri tarihe yön verebilecek iklim görüşmeleri için bir araya geliyorlar. Bu konuda eylem yapan kuruluşlarda çalışan genç insanlar, İsveç’ten, Uganda’dan, Polonya’dan, Filipinler’den ve dünyanın diğer yerlerinden genç aktivistler, dünyanın tüm liderlerine, “ihanet” sözcüğü ile sesleniyorlar. Hiç de şaşılacak bir yorum değil. Durumun acilden de öte olduğunu tüm dünya liderleri farkında değil mi? 

Gezegenimizin yardım çığlıklarını umarım duyarlar ve gerekli tedbirleri en kısa zamanda alırlar. İklim krizi gerçeğinin artık bilimsel bir olgu olarak ortaya konduğu ve buna dönük uluslararası platformlarda günümüze kadar yapılan onlarca “iklim zirvesi”nin hiçbir iş yaramadığını gösteren veriler de bu körkütük iyimserliği yok etmeye yetmiyor.

The Independent’in 27 Ekim 2021 tarihli yazısına göre, mevcut eğitim sistemi iklim değişikliği çağında öğrencileri gelecek yaşamlarına gerektiği biçimde hazırlamıyor:

“İklim krizi ister müteahhit olsun ister banker, ister yaşlı bakıcısı olsun isterse eczacı, herkesi vuracak. Bu da iklim eğitiminin her dersin programında yer alması ve herkesin erişebileceği şekilde derslere entegre edilmesi gerektiği anlamına geliyor. İklim eğitimi yaygınlaştırılmalı ve acil durumların ve ekolojik krizlerin nasıl durdurulacağı ya da azaltılacağı, iklim adaletinin nasıl sağlanacağı ve öğrencilerin ekolojik ve iklim korkularıyla nasıl baş edebilecekleri hakkında bilgi aktarmalıdır. İklim eğitimi de bu korkuları mutlaka azaltacaktır.”

Günümüzde karşı karşıya geldiğiniz sorunları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Göç / çarpık kentleşme / çevre kirliliği / trafik ve ulaşım sorunları / işsizlik / yoksulluk / hırsızlık / cinayet / kadın cinayeti / eğitim sorunları / hastalıklar / pandemi / şiddet ve şiddetten kaynaklanan mağduriyetler / sağlıksız yaşam ve gıda sorunları / madde bağımlılığı.

Peki, arzulanan kültürel değerler neler? Türkiye’de yapılan bir araştırmada insanların görmek istedikleri değerler şunlar: Adalet / ahlak / güven / saygı / huzur / eşitlik / refah / dürüstlük / aile ve çevre bilinci. 

Hiç kuşkusuz bu değerlere itirazı olan yoktur. Soru şu: Ne ölçüde başarıyoruz?

Sizlere karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. İçimde bölük pörçük düşünceler içinde o kadar çok şey dalgalanıp köpürdü, zihnim o kadar farklı yönlere gitti ki, yazmadan yapamadım. Yazarken çağımı yansıtmak zorunda hissediyorum. Sonuçta yazdığım, içinde yer aldığım toplum, çağım. Malzememi bunlar oluşturuyor. Kuşkusuz en önemli olan bu karmaşık örgüyü ne ölçüde verebildiğim, yaşadığım toplumu ne ölçüde yansıtabildiğim.

Evimin adresi belli. 
Dolandığım, dolaştığım yerlerin adresleri belli. 
Benim evim dünya. 
Doğa benim dünyam. 
Dünyada bir dünya. 

Anne, tut elimden, uzaklara götür beni, sevginin olduğu yerlere, bilmediğim ağaçların, kuşların; tatmadığım lezzetlerin olduğu yerlere. 
Anne, neden ağır ve yorgunuz yaşamaktan? 
Anne, beni bana götür. İçimin derinliklerine. 
Beni sığlıklardan kurtar, kinlerden, anlamsız öfkelerden kurtar. 
Uçur beni havalara. Uçmayı öğret. Duvarları aşmayı. 
Yaşama sevinci dolsun içime…

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler: