Nasıl bir İzmir?

Bir kent düşünelim, 

Halkın katılımına açık ciddi araştırmalar sonucunda hazırlanmış, bilimsel verilere ve uzmanlığa dayalı bir nazım planı var.

Plandan asla ödün verilmiyor.

O kentte, hiç kimsenin dilediği yerde, dilediği gibi inşaat yapmasına, kamu arazilerini işgal etmesine göz yumulmuyor. 

Hiç kimse için parasının yettiği büyüklükte yapı yapmasına olanak sağlayan plan değişiklikleri yapılmıyor.

O kentte yatırımcılar, nerede ne yapabileceklerini biliyor ve geleceğe dönük işlerini ona göre programlıyorlar.

Nazım plana dayalı bir ulaşım ana planı var, bütün ulaşım yatırımları bu plana göre yapılıyor.

Kentin her bölgesine dağılmış parklarla kişi başına 10 metrekare yeşil alan düşüyor. 

Deniz kıyısı bütünüyle kamuya açık ve erişilebilirliği hiçbir şekilde engellenmemiş.

Milyonlarla ifade edilen nüfusuna karşın, sabah ve akşam saatlerinde bile trafiği tıkanmıyor, bir yol kapandığında bir başka yol -biraz sıkışık da olsa- o yükü üstlenebiliyor. 

Yaya geçitlerinde trafik ışığı olsun olmasın, engelli/engelsiz tüm yayalar güvenle karşıya geçebiliyor.

Kent içi yaya ulaşımı engelliler gözetilerek düzenlenmiş. 

Yaya kaldırımlarının yüksekliği, insanları engelli koşuya hazırlayan ölçülerde değil ve hiçbir araç sürücüsü bunu fırsat bilerek arabasını kaldırıma park etmiyor.

Kent içi trafik düzeninde yayalar öncelikli. 

Kaldırımlara büfeler yerleştirilmemiş, kaldırımlar, dükkânların, mağazaların, lokantaların doğal uzantıları olarak görülmüyor. 

İki şeritli yolların bir şeridi otopark olarak kullanılmıyor. 

Toplu taşıma araçları, her zaman bakımlı, temiz ve günün her saatinde önceden ilan edilmiş programa uygun olarak çalışıyor, konforlu bir ulaşım hizmeti sunuyor.

Kentin bir ucundan öteki ucuna, en çok 45 dakika içinde ulaşılabiliyor. 

Araç sürücüleri ile yolcular birbirleriyle saygılı ve uygar bir ilişki içindeler. 

Tüm araç sürücüleri, trafikte “rakip değil ortak olduklarının” bilinciyle davranıyorlar. 

O kentte açıkta yiyecek satılmıyor, açık alanlar, alışveriş bölgeleri seyyar satıcıların egemenliğine terk edilmemiş, zaten seyyar satıcı da yok.

Gece-gündüz sokakta tam güvenlik sağlanmış, gece aydınlatması kusursuz. 

Cadde ve sokaklar düzenli olarak temizleniyor, kimse sokağı çöp atılabilir, tükürülebilir bir yer olarak görmüyor.

Olur olmaz zamanlarda su ve elektrik kesilmiyor.

Musluklardan akan su içilebilir nitelikte.

Yaşamın hiçbir alanında “gücü gücü yetene” kuralı işlemiyor, her yerde yazılı hukuk kurallarının egemenliği var.

Tarihi ve doğal değerler titizlikle korunuyor, bugün de geleceğe aktarılmaya değer eserler üretiliyor.

O kentte, kentlilerin yaşamını etkileyen kurallar sınırsız bir özgürlük içinde tartışılarak konuluyor, kurallar konulduktan sonra herkese eşit biçimde ve ödünsüz olarak uygulanıyor. 

Kimse, kimsenin hakkını ve hukukunu çiğnemiyor, buna yönelik eğilimler asla hoş görülmüyor.

İş günlerinde sokaklarda işsiz güçsüz insanlar değil, işleri için bir yerden bir yere gidenler, çocuklar, gençler ve turistler görülüyor.

O kentte herkesin işi ve gelecek güvencesi var, “yarın” endişesi yok. 

Bütün bu özellikleri var eden ve onların korunması için denetimleri hiç aksatmayan, tüm hemşehrilerine eşit uzaklıkta duran, tüm iş ve işlemlerini saydamlık içinde yürüten, eleştirilere açık, bir “halkın belediyesi” var.

Şimdi, bir de İzmir’e bakalım:

İzmir, adını verdiği körfez çevresinde konumlanmış, yaklaşık 60 kilometre boyunda ve ortalama 5 kilometre genişliğinde, oldukça engebeli bir kentimiz. 

Yaklaşık 5000 yıl önce ilk kurulduğu yer kıyıda olmasına karşın ikinci kuruluş yeri, Kadifekale’nin bulunduğu Pagos dağı. 

İki kuruluş yeri için binlerce yıl önce ortaya konulan irade, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısına değin kentin tarih içindeki gelişim yazgısını ve biçimlenişini belirlemiş.

15 Mayıs 1919 günü başlayan işgalin, Lozan’da imzalanan Ahali Mübadele Anlaşması’nın, 9 Eylül 1922 kurtuluşunun ve onu izleyen günlerde yaşanan büyük yangının İzmir’in gelişim yazgısını köktenci biçimde değiştirdiğini görüyoruz. 

Bunlardan herhangi birisi olmasaydı, bugünkü İzmir çok başka olacaktı kuşkusuz.

Yakın tarihin dramatik olaylarıyla, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında yazgısı değişen İzmir’in o dönemdeki yöneticileri yeni duruma uygun olarak ortaya koydukları irade ile kente “Akdeniz’in incisi” dedirtecek gelişimi kazandırmışlar. 

Yangın alanını Kültür Park’a dönüştürmek, sonra da bu alanda dünyaca tanınan bir uluslararası fuar yapmak, deniz kıyısı ile Kültür Park bağlantısını kuran geniş bulvarlar açmak, yeni devletin adını alan ve Türkiye’nin başka hiçbir kentinde benzeri olmayan Cumhuriyet Meydanı’nı oluşturmak bu iradenin bugüne uzanabilen birkaç göstergesi. 

Yüzyılın ikinci yarısında ise “sihirli bir el” sanki her şeyi değiştirmiş. 

Kente karakterini veren özellikler unutulmuş, gelişim “kendiliğindenliğe”

bırakılmış, kentin ve kentlinin kamusal yararı göz ardı edilmiş, taşınmaz mal sahiplerinin çıkarlarına öncelik verilmiş.

Birinci Kordon, Mithat Paşa Caddesi, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı, Karşıyaka sahili gibi yerlerdeki imar düzeni işte bu değişimin ürünüdür. 

O kadar ki, Cumhuriyet Meydanı’nın güneyindeki, meydanın tamamlayıcısı açık alan bile bu düzene kurban verilmiş, oraya dev bir otel kondurulmuş. 

Kısacası, bu düzen, İzmir’i, kıyı boyunca uzanan yüksek bloklardan oluşan surların arkasında tutsak almış, kentle deniz ilişkisi neredeyse bitirilmiş.

Bütün bu kararlar “kenti geliştirme” adına verilmiş.

1950 sonrasında ve 1980’lerde, ülke genelinde yaşanan iki büyük göç dalgasından İzmir de payını almış, kısa sürede kaldırabileceğinin çok üzerinde bir nüfusa ulaşmış.

Yaşanan kitlesel göçlere karşı, o zamanki belediye yönetimlerinin yaklaşımı, konuyla ilgili hiçbir politika geliştirmeyen, hiçbir önlem almayan ülke yöneticilerinden farklı değildir.

İzmir’e gelenler, kentin çeperinde, boş buldukları her yere dilediklerince yerleşmişler.

Altyapısı olmayan, hizmet götürülemeyen dev mahalleler oluşmuş.

Kentin imarlı alanlarında, büyük paralar kazanma uğruna, bu kente karakterini veren yapıları yok ederek, yerlerine yüksek bloklar kondurma uğraşındaki hemşehrileriyle içli dışlı olan belediye yönetimlerinin aklına bile gelmemiş kentin yeni sakinleri.

Zaman geçtikçe kente yerleşen yeni hemşehriler, kentin kendilerine hiçbir şey sunmadığı / sunamadığı gerçeği karşısında başlarının çaresine bakmışlar ve kentin vermediklerini ondan zorla alma yolunu seçmişlerdir.

Yaşamın her alanında görebiliriz bu gerçeği.

Artık kentin karakterini belirleyen,
• Yoksulluk ve sefalet mahalleleri,
• İşsizlik,
• Yasa ve hukuk tanımazlık, başıbozukluk, 
• Günlük yaşamda karmaşa, 
• Ulaşım ve altyapı yetersizlikleri,
• Kirlilik, 
• Denetimsiz büyüme, 
• Tümüyle kaçak yapılardan oluşan kent parçaları… işte bu sürecin ürünüdür.

Yıllar yılları kovalamış, kent nüfusu daha da büyümüş ve karmaşıklaşmış, göçle gelen yeni hemşehriler kente damgalarını vurmuşlar ve kent yönetiminde de söz sahibi olmuşlardır. 

Günümüzdeki niteliklerini kısaca böyle özetleyebileceğimiz İzmir, yazının başında tanımladığımız kente dönüşebilir mi?

Kesinlikle dönüşebilir.

Ancak bunun yolu, belediye yönetimlerinin seçimi için “hemşehricilik” yapmaktan, “köken araştırması”ndan geçmiyor.

Bunun için öncelikle, kentteki yönetim anlayışının ve kamu kaynaklarının kullanılma biçiminin değiştirilmesi gerekiyor. 

Bilimden, uzmanlıktan, hukuktan, adaletten yana değiştirilmiş bir yerel yönetim iktidarının uygulamaları ile İzmir’de kısa süre içerisinde, gözle görülür bir dönüşüm yaşanmakta olduğu izlenecektir.

Related Images:


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler: