Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
(Gülten Akın, İlk Yaz)
Londra’nın en çok sevdiğim şeyi iki katlı kırmızı otobüslerinin üst katında en öndeki sol cam kenarında yolculuk etmek diyebilirim. Sokakları, duraklarda bekleşen insanları, okul bahçelerindeki öğrencileri, küçük dükkanları, görkemli mağazaları, tek katlı bahçeli bakımlı evleri, sinemaları, gösteri yapan eylemcileri, geniş yeşil tarlaları, sık ağaçlı arazileri kuşbakışı görmek koca bir dünyayı uzaydan izlemek gibi bir şey. Bu görüntülerin içindeki İngiliz, Afrikalı, Japon, Kürt, İspanyol, Ukraynalı, Hint, İranlı, Türk ve daha bir çok ülkenin insanlarını fark edebilirsiniz.
Çocuklar, kadınlar, erkekler, yaşlısıyla genciyle her biri kendi dilleriyle konuşarak, kendi giysileri ve renkleriyle katıldıkları yeryüzü kültür festivali içinde sanabilirsiniz kendinizi. Bu manzaralara otobüs içinde konuşulan en az beş farklı dilin seslerini de eklerseniz gerçekten dünyamızın ne kadar renkli bir dokusu olduğunu hissetmek çok güzel bir duygu. Dünyada bu kadar çok farklı din, dil ve kültüre sahip insanlarla yüz yüze, yan yana aynı otobüste yolculuk etmek, aynı mağazadan alışveriş etmek, aynı kafede kahve içmek, çocuğunu aynı okula götürmek, fabrikalarda, atölyelerde, bürolarda birlikte çalışmak, sokaklarda, otobüs duraklarında göz göze gelmek, birbirini selamlamak çok güzel bir duygu…
Zaman zaman kendimi çok kötü, yeteneksiz, cahil, beceriksiz, yaşantımı anlamsız, ideallerim için verdiğimiz mücadeleyi yetersiz buluyordum. Dayanılmaz bir sıla özlemi de içimi daralttığı zamanlarda, iki katlı kırmızı otobüs yetişiyordu imdadıma. Üst katta, sol cam kenarında yer bulma şansı da denk geldiyse, en az farklı beş dili konuşan insanların arasında, sokaklara, caddelere yayılmış yeryüzü festivalininin içine dalıp yabancılığımı unutuyordum.
Bu kadar güzel bir memlekette, arada bir nedensiz gelen ruh darlığında, “Boğazım düğümlenip bağıra çağıra ağlamak, üstümü başımı paralaya paralaya, kafamı duvarlara vurmak isteği de ne oluyor?” diye kendime az sormadım. Benim bir ailem vardı, anam, babam, kardeşlerim, dayılarım, teyzelerim, yeğenlerim, kuzenlerim, dostlarım, arkadaşlarım vardı. Aynı ideali, hayalleri paylaştığım, uğrunda çok şeyi feda ettiğim, bir davam vardı. Güzel bir evim, sevdiğim bir işim, mesleğim vardı.
Sil baştan bir hayat olmuyor, neyi baştan yazabilir ve yaşayabilir ki insan? İnsan ömrü öyle bir şey, “Bunu beğenmedim, yeni baştan yaşayayım” diyemezsin geçen günleri, yılları. Yine de ülkeye hep bir geri dönüş umuduydu yaşamak. Bu bekleyiş bulunulan ülkedeki şansları da görmeye engel olmuştu çoğu zaman…
Benimkisi uzun hikaye, başka bir zaman anlatırım belki, çok yıllar geçti o günlerin üzerinden… 12 Eylül mültecileri ile röportajlar yapmaya başlamıştım birkaç yıl önce. Dinlediğim hayat hikayeleri yüzünden eve geldiğimde sabaha kadar mide ağrılarından kıvranıyordum. Görüşme aralarını uzatmasaydım ölecektim mide kramplarından; öylesine içimi parçalıyordu dinlediğim hayat hikayeleri.
Kendi deneyimim dahil, onca insan tanıdım yurt dışında yaşayan; siyasal ve ekonomik şartlardan dolayı göçmen, mülteci olan. Hem Türkiye’den, hem de dünyanın değişik ülkelerinden… Ekonomik, siyasi ya da savaş nedeniyle İngiltere, İsveç, İsviçre, Almanya, Yunanistan, Fransa gibi ülkelere göç etmiş, sığınmış, iltica etmiş çok insan tanıdım. Çok hayat hikayeleri dinledim.
Kimse doğduğu, çocukluğunu yaşadığı, okullarına gittiği, alfabesini okuma yazmasını öğrendiği, dilini konuştuğu, türküsünü, şarkısını söylediği, evini, yurdunu, ailesini, sevdiği ağacını, kedisini, bacısını bırakıp başına ne beter bir yazgı geleceğini bilmediği bir hayata öyle kolay yürümez. Ya savaştır, ya gırtlağına kadar yoksulluktur, ya canına kast etmiş can düşmanları ya da düşüncesinden, hayallerinden ötürü onu hapislerde çürütmeye and içmiş diktatörlüklerdir.
Şimdi, şurada ülkesinden uzakta yaşamak / ölmek zorunda bırakılan, ülkesinin insanlarının iyiliği için ömrünü harcamış onca yerli / yabancı insanların adlarını yazmaya kalksam, değil Fizan’a, Mars’a yol olur. Yine de Ahmet Kaya, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet’i saygı ile anmadan geçmeyelim.
İnsanlar özgür, adil, ezilmeden, sömürülmeden, hor görülmeden, ötekileştirilmeden, emeğinin karşılığını hakça aldığı bir düzen içinde çoluk çocuğu ile huzur içinde yaşayacağı yerden kaçar mı? Evinden, yurdundan uzak, dillerini bilmediği, aşağı görüldüğü, küçümsendiği, emeğinin değeri verilmediği, kültürünün hor görüldüğü yerde niye gönüllü yaşasın ki?
Gerek 1960’lı yıllardaki işçi göçünden, gerek her on yılda bir askeri cunta koşullarından, gerekse bitmeyen kavga Kürt meselesi yüzenden Türkiye’den göçüp Avrupa ülkelerinde göçmen olarak yaşayanların sayısı milyonları geçiyor. Sadece Türkiye değil kaynayan, dünya kaynar kazan. Aç gözlü gelişmiş ülke kapitalistlerinin nerde bir fırsat çıkarsa orayı karıştırma, yağmalama hareketleri, içerde iktidarda olan işbirlikçi yalakalarının da desteği ile devam ediyor. Gelişen teknolojinin sınır tanımayan yayınları sayesinde, insanların kışkırtılan arzularını da hesaba katarsak, kapağı yurt dışına atmak isteyen milyonlarca insanın akışkan dalışları legal / illegal yoldan devam edecektir.
Herkes bunun farkında. Son yıllarda Amerika, ama bizi ilgilendiren yönüyle de Avrupa ülkelerinde giderek sağcı ve ırkçı partilerin, muhafazakarların, milliyetçi hareketlerin yükselişte olması tesadüfi değil. Daralan ekonomik paylaşım alanlarında, içe kapanmaya, ulus devletleri halı altına süpürüp, yerine daha büyük bir ulus devlet hayalleri ile Avrupa Birliği’ni yaşatmaya çalışan ülkeler, mültecilere kapılarını kapatmak için boşuna direniyorlar. Başlarını kuma gömüyorlar.
Çünkü ok yaydan çoktan çıktı. Yarım yüzyıldan fazla zamandır, bilerek yada bilmeyerek artık iç içe olunan ‘çok farklı din, dil ve kültüre sahip insanlarla yüz yüze, yan yana aynı otobüste yolculuk etmek, aynı mağazadan alışveriş etmek, aynı kafede kahve içmek, çocuğunu aynı okula götürmek, fabrikalarda, atölyelerde, bürolarda birlikte çalışmak, sokaklarda, otobüs duraklarında göz göze gelmek, birbirini selamlamak’ tan kaçış yok!
Afganistan’daki savaştan, öncesinde de Suriye’den kaçan akın akın insan seline kapıları açık tutan iktidarın emperyalistlerle olan çıkar ilişkilerini görmeden, “Memleketimde mülteci istemiyorum” demek sorunu çözmeyecek. Tablo dünya ölçeklidir. “Gelenler militan mı, mazlum halktan insanlar mı?” tartışmalarıyla, “İşimizi, aşımızı elimizden alacaklar, nezih kültürümüzü cahillikleriyle kirletecekler, geri kalmışlıklarıyla rahatımızı bozacaklar, beğenmediğimiz iktidarın militanı, oy deposu olacaklar” gibi endişelerle sosyal medya sayfalarından “Memleketimde mülteci istemiyorum” sloganıyla genel bir mülteci düşmanlığı yapmak yanlıştır.
İnsan hakları uluslararası sözleşmelerinin önemli öğelerinden biridir mültecilik. Bu hakkı hiçe sayıp, kendi ülkelerine mülteci kabul etmeyen elit ve kibirli Avrupalı kapitalistlerin rüşvetlerine, kendi siyasi çıkarları için boyun eğen içerdeki iktidar olmalıdır eleştirinin hedefi. Sorunun kaynağına yöneltmek gerek itirazları; savaşları körükleyenleri, sömürüleriyle ülkeleri yoksullaştıranları, despot yönetimleriyle insanları ülkelerinden kaçıranları görmeden, anlamadan, asıl itirazı onlara yöneltmeden ülke çıkarı mı savunulur?
Böyle giderse, çok yakındır kibirli, elit, kendi dışındaki kültürleri, dinleri dilleri hor gören, ötekileştiren sözde Avrupalı, sözde çağdaş “gelişkin” (!) kapitalizm savunucularının “Memleketimde mülteci istemiyorum”, “Memleketimde göçmen istemiyorum” çanlarını çalmaları. Aslında onlar çanları çoktandır çalıyor da bizim kulaklar sağır! Sahi biz kaç yılında Avrupa Birliği’ne girmek için baş vurmuştuk, hatırlayan var mı?
Artık “Memleketimde mülteci istemiyorum” sloganı yerine, Avrupa topraklarında beş kuşaktır yaşayan göçmen, farklı kökenlerden vatandaşlarımızın ve kendilerine daha insanca yeni bir hayat aramak için yurt dışına çıkan gençlerimizin kışkışlanmasına karşı yeni bir slogan düşünmemiz lazım!