Yemek masası elma ağaçları, asma ve envai çeşit çiçeklerin olduğu havuzlu bahçeye bakan büyük mutfağın boydan boya geniş penceresinin kenarına hazırlanmıştı. Oldum olası severim mutfakta kurulan masalardaki sohbetleri. Daha sıcaktır, daha samimi, daha içtendir muhabbetler. Üstelik son yıllarda iyiden iyiye azalan evde misafir kabullerinin, pandemi nedeniyle hepten kaldırılmasına alıştığımız bu zamanlarada aileyle, dostlarla birlikte mutfakta yemek başlıbaşına kıymeti yüksek bir anı haline geldi…
Hikayeleriyle birlikte açılan Rodos’un ünlü beyaz reçine şarabının kokusu, masadaki deniz ürünleriyle donatılmış muhteşem yiyeceklere eklenince, İsveç’in 17 derecelik Ağustos’unda hava birden değişti. Evin içine günlük güneşlik, ağaçlıklı yeşil bahçenin görüntüsüyle birlikte Akdeniz havası doluverdi adeta. Deniz, güneş, tuzlu iyot, taze çimen, çiçek kokuları içten samimi dost kahkahalarla “evimiz” denen yer neresiyse, tam da oradaydık işte.
Kentin ve kent yaşamının başkalaşmasıyla birlikte eski çocukluk mahalleleri, geniş aile efradı ile birlikte yenen yemek zamanları bile çok gerilerde kalmıştı. “Ev” denilen yer coğrafya değil insan kalbiydi, dost sıcaklığıydı, sevgiydi. İletişim de dil ile ifade edilen şey değildi. Bu güzel sofrada dillerimiz farklıydı. Ülkelerimiz farklıydı. Farklı dillerin alfabelerinden derlediğimiz harflerle kurduğumuz cümlelere, yüreğimizin sesini de katıp duygularımızı düşüncelerimizi anlatmaya çalışıyorduk birbirimize.
Dost sofrasının çevresinde İngilizce, Rusça, İsveççe, Yunanca, Türkçe sesli kelimeler, cümleler uçuşup duruyordu. Epi topu iki kadın, iki erkek, dört kişiydik. Mültecilik, göçmenlik, batılı kimliği derken kah karşıt, kah benzer düşüncelerin farklı dillerdeki sesleri birbirinin içine giriyordu haliyle; birinin cümleyi dillendirmeye yetmediği yerde diğer alfabe sesleri karışıyordu. Ana dilde konuşmadığımız zaman cümleler mükemmel olmadığı durumda, seslerin rengi bile birbirimizi yeterince anlamaya yetiyordu.
Yemek, şarap, çok dilli hararetli muhabbetin arasında minik bir kız çocuğu kafası görünüp kayboluyordu. Utangaç, çekingen kaçamak bakışlarla beni süzdüğünü fark ettim. Ev sahibi arkadaşımız tanıştırdı yedi-sekiz yaşındaki kızlarını. O annesine yanaşıp Rusça birkaç soru sorup yine bana kaçamak bakışlar fırlatıp uzaklaşıyordu. Sonunda karşımda annesinin yanına oturdu ve direk gözlerimin içine bakmaya başladı. “Gelsene, ” dedim. Babası İsveççe, “Gitsene, seni çağırıyor ”dedi. Geldi yanıma.
Ayağa kalktım, elini tuttum. Yumuşakça bana uydu, arkamızdaki da küçük sehpanın üzerinde onun olduğu belli olan minik kahve takımı oyuncakları, resim defteri ve boyaların yanına yürüdük. Sehpanın üzerindeki çiçeğin resmini yaptım basitçe. Gülümsedi. Kalemi ona verdim o da bir çiçek yaptı. Kalemi aldım kendisini işaret ettim yapmak için. Poz verdi, kıpırtısız durdu birkaç dakika. Çarçabuk ona benzeyen bir karlama yapıp tutuşturdum eline. Gözleri parladı, sevinçle alıp annesine koştu, gösterdi, geldi. Bu kez o eline kalemi alıp beni işaret etti. Ben de onun durduğu şekilde poz verdim. O da benim resmimi yaptı. Sonrası malum; bana kahve yapmalar, su vermeler, saklambaç oynamalarla devam etti arkadaşlığımız…
Biz giderken koşup geldi. Sevgi ve muhabbetle tokalaştık. Bu yeni küçük dostum, kendisinin yabancı kaldığı farklı alfabelerden seslendirdiğimiz konuşmalardan sonra, ses olmadan da iletişim kurumanın, dost olmanın mümkününü öğretti bana. Yeter ki saf, temiz çocuk kalbiyle görmek, duymak biline.