Hatırlar mısınız çocukluğunuzu, aile ortamında birlikte geçirilen zamanları?
Hatırlar mısınız en sevdiğiniz iki varlık olarak, anne ve babalarımızı, onlardan aldığınız güveni, sevgiyi?
Hatırlar mısınız, çocuklarınızı büyütürken onlarla saklambaç oynadığınızı? Onları bulduğunuz anda attığınız çığlıkları, kıkır kıkır gülüşlerinizi? Onlara rol yaptığınızı belli etmeyen, şaşkınlığa uğramış bakışlarınızı, onları kucaklamalarını, onları havalara kaldırmalarını… Oyun onların dünyalarıydı, biz de onlarla birlikte bu dünyaya katılıyorduk. Güzel olan yanı çocuklarla aramızda köprüler kurmamız, onların bu gizemli dünyalarını paylaşmaktı.
Yaşananlar ve anılar…
Yaşamın anlamı…
Yaş ilerledikçe bu kavramların önemini kavrayışımız…
Benim çocukluk anılarıma sabah kızarmış ekmeğin kokusunun, hep birlikte yenilen yemeklerin ayrı bir yeri vardır. Mutfaktan annemle babam tatlı bir sohbet tutturmuş olurlardı. Sonra bize “çocuklar yemeye” diye seslenirlerdi. Yemek her şeyden önce bir ritüeldi. Herkes elini yıkamadan sofraya oturmazdı. Yemek yemenin adabını da ilk öğretenler onlar olmuştu. Bize söylenmese de, hep beraber masaya oturmanın bir aile geleneği olduğu öğretilmişti. Hep birlikte masaya oturulur, annem öğünleri ilk babamızdan başlayarak yaş sırasına göre yemeği taksim ederdi.
Genelde sabah kahvaltıları bir telaş içinde geçerdi, çocuklar okula, baba işe gidecekti. Evden çıkılacaktı. Bu yüzden kahvaltı faslı çabuk alınacak bir öğün olurdu. Kimsenin pek fazla konuşmaya vakti yoktu, ancak o günün programı planlanır, yapılacak olanlar, alışveriş listeleri belirlenir, herkes dağılırdı.
Oysa akşam yemekleri sohbetlere açık bir zaman dilimi sunardı. Okulda öğrendiklerimiz etrafında şekillenen bir sohbet tuttururduk. Konuşmaya söz alış biçimimizden, konuya yaklaşımımıza kadar her türlü sınavdan geçerdik. Zihin berraklığımız, olgular arasındaki bağlantı kurma yeteneğimizin gelişmesi önemsenirdi. Hayatta bilmeyeceğimiz konuların da olduğunu, yanıtını bilmediğimiz bir soruyla karşılaştığımızda, rahatlıkla “bilmiyorum” diyebileceğimiz öğretilmişti. Önemli olan düşünmekti, öğrenmekti, araştırmaktı, okumaktı. Böyle bir dünya kurmakla beslenecek, zenginleşen bir zihin hayatımızı oluşturacak, bir iç değerler dünyası kurabilecektik. Bizleri daha önce ilgilenmediğimiz alanlara çekmeye, birbirinden farklı konulara dikkat çekmeye, merak kışkırtmaya, heves bilemeye, kısacası öğrenme iştahımızı kabartmaya çalışmaları hiç bitmezdi. Bu anılar çocukluk ve gençlik anılarımın ilk sevinçleri. Bunları nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabilirim?
Ama öte yandan bazı eksiklikleri de görmüyor değilim, bu yaşımda. İçime ince bir sızı saplanıyor. Bazı duyguların, anların ardındaki belirsizliği kim yaşamaz ki? Sonunda hepimiz insan olmanın belirsizliğini taşıyoruz. Geçmiş zamanlara, şimdiki davranışlarımız göz önünde bulundurulduğunda, önceki nesillere oranla bir ilerleme kaydettiğimizi anlayabiliyorum. Yaş aldıkça olaylara bakışımı ortaya koyarken, inandığım şeyi ve varmak istediğim noktayı kem küm etmeden dile getirmenin dürüst bir davranış olduğunu söylememe gerek var mı?
Çocukken bazı anne babaların çocukları ile olan ilişkisine imrenerek bakardım. Onları kucaklarına alır, başlarını okşar, sever ve çeşitli şakalar yaparlardı. Gerek annem, gerek babam son derece bizlere düşkün insanlardı. Sevildiğimizi bilirdik. Ebeveynlerimiz vazifelerini harfi harfine yerine getirirler, maddi manevi hiçbir desteği bizden esirgemezlerdi. Her ikisinin de ilgisi üzerimizdeydi. Şimdi geçmişe baktığımda bize sarıldıklarını, başımızı dahi okşadıklarını anımsamıyorum. O zamanın ebeveynlerinde çocuğunu sevmenin, sarmanın, öpmenin, koklamanın ayıp olduğu ve sevginin belli edilmemesi gerektiği inancı hâkimdi. Sevgi göstermenin ayıp, ilgi göstermenin yanlış, duyguları açıklamanın ise bir zaaf olduğu şartlandırılması içinde yetiştirilmişlerdi.
Ya öğretmenlerimiz? Onlar da pek farklı değillerdi. Onların ezici çoğunluğu da, disiplinin ancak ciddiyetle sağlanacağına inanırlardı. Asık suratlı, mesafeli, soğuk ve yanlarına yaklaşamaz bir model yarattılar. Genellikle çatık kaşlıydılar. Ne kadar sert görünürlerse o kadar saygı duyulacakları inancı yerleşmişti. Yanlarına yaklaşmak, iletişime geçmek imkânsızdı. Onlara sorunlar aktarılmaz, hoşlarına gitmeyen sorular yöneltilemezdi. Çocuğa kızmak, bağırmak onlara verilen bir haktı. “Öyle yapma ama, bak öğretmenini üzüyorsun” dendiğini duyar gibiyim. Halbuki, kendisi üzgün olmayan hiçbir çocuk bir büyüğünü üzmez. Çocuk olarak bizlerin hislerini hiçe saymayı o kadar kanıksamışlardı ki. Bizler de hislerimizle bağ kurmadan, gerçek hislerimizin ne olduğunu bile bilemeden, onları bastırmayı ve yok saymayı öğrenerek büyüdük. Birinin bizi kucaklamasına ihtiyaç duysak da bunu bastırmalıydık. Büyükler her koşulda haklı, çocuklar haksızdı. Aşılmaz duvarların ardında, disiplin ve kuralların hâkimiyetinde bir kıstırılmışlık ve korku duygusu içinde eğitim hayatımıza damgasını vurdular.
Bize saygı diye vurgulanan gerçek, biraz da korku değil miydi? Büyüklerimizle aramızda büyük bir mesafe vardı. Yanlışa götüren bir mesafeydi bu… Saygıyı ve sevgiyi zedelemeden yakın olmak daha güzel değil miydi? Oysa önce büyük yaklaşmalı çocuğa, gence… Saygıyı da, sevgiyi de büyüğünden öğrenmeli çocuk.
Her şey neredeyse unutulup gitti, her şey artık uzak geçmişim bir parçası haline geldi. Günlük yaşamımızda düşünmemiz gereken birçok sorun ile karşılaşıyoruz. Yeni sistemler, yeni bilgiler, yeni teknolojiler, yeni sözcükler… Fakat bunlarla birlikte zihinden asla silinmeyen şeyler de var. Mihenk taşı gibi içimizde varlığını sapa sağlam koruyan.
Ebeveynlerimizi her türlü hatalarıyla, zaaflarıyla af ettik. Onlar eski bir sistemin uygulayıcıları olmuşlardı. Ama günümüzde her şey gibi, eğitim sistemi de çocuğun önemini anladı. Yaşamın bize sunduklarından faydalanmak istiyorsak, davranışlarımızı değiştirmek zorundayız. Duygularımıza hitap eden renkleri azaltmak için değil, tersine onları daha da fazlalaştırmak, canlandırmak için, belki de daha yoğun yaşamı duyumsamak için. Sevgi sonsuz bir evren; bütün yaşamımız boyunca besleniriz ondan, ne yapsak tüketemeyiz onu.
Maziyi mazı yapan hatırlamanın gücüdür, geçmişte kalışıdır, geri döndürülemezliğidir. İnsan zaten unutmadıklarını yazar, kendinde iz bırakanları, yara açanları, yıllar yılı içinde taşıdıklarını. Dilinin altında beklettiklerini…